26 Ağustos 2012 Pazar

şaka maka tus'a kurban oluyor bu cici projem sanırım.
kısfmet...

8 Haziran 2012 Cuma

Eski Yaz Hikayeleri vol.12: Büyümek Çok Sancılı

Çok sancılı şey büyümek. Hani böyle kastettiğim 10-15 yaşa gelmek falan değil de daha çok 18'le 24 arasını geçmek. Hele ki bir de üniversite gibi özerk bir fauna içindeyken...

Birinci sınıfları kesiyorum günlerdir, hani kesmek derken sosyal gözlem lan, hemen aklınıza uçkur hikayeleri düşmesin, burada seviyeli sohbetler yapıyoruz. Ne diyordum, birinci sınıflar, evet. Nasıl da heyecanlılar, nasıl da kıpır kıpırlar. Bir içeri, bir dışarı hiperaktif gibi, rahat batarmış gibi durmadan bir devinim halindeler, zaten büyümek de devinim değil mi a dostlar...

Evet, günlerdir kesiyorum bu büyüme sancıları içindeki çocukları. Kendi birinci sınıf hallerimi düşünüyorum sonra, aynı şeyler hep... Dünyanın en önemli meselelerini konuşmak için kütüphanede alınmış karşılıklı mevzilerden bakışarak dışarı çıkmak, on dakika konuşup tekrar girmek, karşı mevzideki kızın birinci sınıf olduğuna bakmadan büyüttüğü memeleri masaya mevzileyip beni büyülemesi... güzel zamanlardı.

Hani hiç şikayet etmeden saatlerce hatunun kendisine yapılan haksızlıkları anlatışını dinlediğimiz zamanlar, saatlerce erkek erkeğe kızların hareketlerini yorumlamaya çalışıp en nihayetinde zorlaya zorlaya "Onun da bende gönlü var abi" noktasına vardığımız zamanlar...

Şimdiki çocuklara bakıyorum da farklı değil pek. 10-12 kişilik bir arkadaş grubu gözetimim altında. Üç oğlanın beraberce yazdıkları hatun bir diğer oğlanın peşinde, o diğer oğlan ise dünyadan habersiz. Aralarından bazılarındaysa "karşı cins diye bir şey var lan" düğmesi açılmamış, hala kafalarını kaldırmadan çocuk gibi ürkek yürüyorlar ya da yekün halde oğlan çocuğu gibi jestlerle "ben de ayakta işeyebilirim istersem" demeye getiriyorlar.

İşte o gün de bundan farklı değildi. Yine anlamsız bir hareketlilik içindelerdi. Ben yine inceden izlemeye başlamıştım bunları. Bir taraftan önümdeki kitaba gömülmüş gibi yapıyordum bir taraftan da içeri girip çkan birinci sınıfları izliyordum. Bir ara bana doğru gelmeye başladı aralarından bir tanesi, iri yarı bir oğlan. "Abi iki dakika bakıcan mı bi mevzu var da, bi gelsene dışarı" dedi. Çıktım çalışma salonundan, kütüphanenin dışına yöneldik, orada iki kişi daha vardı. "Hayırdır gençler?" dedim, suratımda dünyanın en kalender insanı ifadesi vardı. Hani Hıncal görse köşesini kapatır giderdi, Haşmet görse "Ben aşkı hiç bilmemişim baboli" der ve o şehirli havasında ödün vererek elime ayağıma sarılırdı, o kadar...

"Sen niye bizim hatunları kesiyon lan?" dedi içlerinden en iri olanı. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. "Yok çocuklar, ben onları kesmiyorum, ben öyle bakıyorum size" diye toparlamaya çalıştım, "İbne misin ulan sen!" dediler. "Bakın" dedim, "öyle cinsiyet ayrımcı ifadeler falan hoş olmuyor, benim kastettiğim tüm grubunuzu kesiyorum." Olmuyordu, iyice batıyordum, "Hepten sapıkmış lan bu, girelim olum biz buna" diyorlardı. "Yok gençler öyle değil, sosyal inceleme, sosyoloji, gözlem gözlem pozitif bilim" demeye çalışırken ilk tokadı yedim. "Bak kızlarınız izliyor, dövdürmeyin kendinizi bana" derken ilk yumruk da geldi, sonrasını saymadım zaten.

Ağzım yüzüm kan içinde kalmıştı güvenlik görevlileri gelene kadar, şerefsiz gibi dövüp gitmişlerdi. Hayır, ayağımın altına almayı bilirdim ama nihayetinde benden yaşça küçüklerdi, üstelik kızlarının önünde rezil etmeyeyim dedim ama anlamadılar. Ben sosyal dedikçe vurdular, gözlem dedikçe vurdular, sosyoloji demeye çalıştım ama kelimeyi bile tamamlatmadan dövdüler.

Kuşak farkı burada ortaya çıkıyordu işte, bu gençlerin sosyolojiden falan anladıkları yoktu, bunlar yozlaşmış kolej gençliği gibilerdi adeta, amerikan filmlerinden fırlamışlardı sanki.

Benim için de her şey ilk günkü kadar beyaz olmuştu o dayaktan sonra. Sosyoloji kariyerim erken bitmişti, metot değiştirmeyi düşünmedim değil ama bir kez daha kızlarının önünde burun buruna gelip çocukları rezil etmekten korktum.

Evet, sancılı şey büyümek. Günlerce sızım sızım sızladı şerefsizim... O piç kuruları büyürken sızlayan bendim ama sonuçta büyümek sancılıydı işte.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Eski Yaz Hikayeleri vol.11: Çok Makul Bir Erkek

Bir erkeğin geçmesi gereken önemli çizgiler vardır. Yani adı üstünde aslında, çizgi, incecik. Ama bazen o incecik çizgiyi geçebilmek dünyanın en zor işi oluyor. Mesela "makul erkek" ve "çekici erkek" arasındaki çizgi...

Okulların kapanmasına yakın her orta direk aile çocuğu gibi kantinde yaz planları yaparken bulduk kendimizi. Bu kez ben mesafeli duruyordum; her zaman en canhıraş, en hevesli adam olan ben bu kez uzaktan bakıyordum; daha güzel şeyler planlayabilirdim.

"Beyler önce peşin peşin söyleyeyim, alınmayın, bana gına geldi artık sapım sapına tatile gitmekten. Ben bu sene sizinle gelmem, hatun var bi' tane, onu ayarlamayı koydum kafaya..."

Görüntü itibariyle doğru motivasyon ve yeterli hırs barındıran bu cümlenin ağzımdan döküldüğü andan itibaren bir yaz dramına dönüşebileceğini kim tahmin ederdi ki...

O senenin tatil planlarına katılmamıştım. Şimdi otogarda bindikleri otobüse vakur, muzaffer bir edayla el sallıyordum. Ben bu sene onlar gibi değildim; benim nezdimde yurttaki tüm sap üniversiteliler, tüm er-erbaş-erat, tüm yalnız kalpler, tüm erkekler bir zafer kazanacaktı. Bunun gururunu taşıyordum yüzümde, gülüşümde.

Arkadaşlarım gittikten sonraki iki hafta boyunca her gün onunla buluştum. Onun okuduğu, bahsettiği kitapların özetlerini geceler boyunca okuyordum, beğendiğini söylediği her grubun en büyük hastası oluyordum, bilumum sosyal medya platformunda gözüne gözüne sokuyordum adeta "bak ben de seviyorum bunları" diye... hatta o zamana kadar feysbuk feysbukken şimdi alayı birden sosyal platformlar olmuşlardı, değişerek gelişiyordum adeta. Dünyanın kültürel mirası bir bekçiyi hak ediyordu ve bu hızla yol almaya devam edersem yakında kazanacaktım bu payeyi.

Çok kaptırmıştım kendimi, hayatımda bir kez kedi başı okşamamış ben diyordum ki "Kedi güzel şey" çünkü kedisi vardı mesela. Kediler şunları severdi, bunlardan haz etmezlerdi hiç. Kedi şahaneydi lan, kedinin boku bile yenirdi yani, hani bunu eminim bazı medeniyetler yapıyordu, yapmıyorlarsa bu da insanlığın medeniyetler tarihinden gelip geçen onca tırto medeniyetin ayıbıydı, o derece. Kediye en iyi ben bakardım, kedinin hastasıydım.

Bir hatunu yola getirmenin en kolay yoluydu kediler ve amansızca sarılmıştım bu koza. Günlerdir sadece kedilerden bahsediyordum. Günlerin sonunda kendisinden daha iyi bakabileceğimi söylüyordu bir kediye. Bir tanesinin başını bile okşamamış ben onu ikna etmiştim buna.

Iki haftanın sonunda ona açılmaya karar verdim. "Zaten eşşek değil ya lan, anlamıştır herhalde" diyordum. Eşek ne, eşşoğlueşşek çıktı hatun, eşşoğlueşşek...

Tatil mekanlarından bahsederek girdim lafa, Olimpos bu mevsimde ne de güzeldi mesela, Kaş da öyleydi. Hani oralar uzaksa Kumburgaz bile güzel olabilirdi, mevzu iyi bir tatil arkadaşı bulmaktı, Silivri'de bile denize girilirdi canım...

"Ben de tam ondan bahsedecektim sana" dedi. Erkek arkadaşıyla tatile çıkmayı planlıyorlarmış. Güzel oteller varmış güneyde. Kedisini bırakacak kadar bilgili, makul bir insan bulamadığından ertelemiş ha ertelemiş ama şimdi bana çok güveniyormuş, iyi dost olmuşuz, ben makul bir adammışım. Hayır demeye çalışacaktım, çalışamadım bile, çok iyi bir insan olduğum için nasıl olsa geri çevirmezmişim diye biletleri almışlar. Zaten o kadar çok kitap okuyup müzikle o kadar vakit geçiriyormuşum ki tatile gitmeyeceğimi düşünmüş.

Üstüme kim neden şimşek yağdırıyordu bilmiyorum ama yıldırdı beni. Kabul ettim, iki gün sonra sabah otogarda otobüse binmeden hemen evvel kediyi verebilirmiş bana. Önceden listesini hazırlamış mamasının kumunun. Gelince hepsini ödermiş.

Iki gün sonra otogardaydım. Yanındaki adama baktım, ben olsam ben de kediyi ve beni ve İstanbul'u ve onca yaşanmışlığı -peh- fütursuzca ardımda bırakıp giderdim lan o adamla. Kediyi aldım. Otobüslerinin arkasından el salladım, en öndelerdi, görmediler.

Tam dönüp gitmek üzereyken arkadan birilerinin seslendiğini duydum. Arkadaşlarımın tatili bitmiş. O sırada otobüsten inmişler. Ne olduğunu sordular, yazın hiç bana göre olmadığını anlattım, kediyi sordular, bir arkadaşın dedim, hatunu sordular, dünyada çözülmeyi bekleyen ne kadar fazla sorun olduğundan bahsettim. Yol boyunca tatilde ne kadar eğlendiklerini anlattılar.

Evde kediyle oynadım 3 hafta boyunca, feysbuk meysbuk, komik videolar vardı. Bir kedi videosu da ben çekebilir miyim diye uğraştım ama hiç eğitmemişler kediyi, bir boktan anlamıyordu. Anca elimi uzattığımda tırmaladı durdu. Üç haftanın sonunda döndüler. Kedisini verdim.

O yaz evden dışarı çıkmamıştım ama onların tatil fotoğraflarının hepsine etiketlenmiştim, "sevgili dostum sayesinde biz eğleniyoruz, kedimiz de güvende :))"...

Öyleydi işte makul adam olmak, insan çıkmadığı tatilin fotoğraflarına eklenecek kadar sevilebiliyordu makul adamken...

Günün Ötesinde: 15 Senede

Toplu ulaşım araçları ve kahvehaneler için Türkiye'de halkın nabzının en iyi tutulabileceği yerler denilmişti; bunun yanı sıra hafıza tazelemek için de misal, minibüslerin ideal yerler olduğunu fark ettim bu sabah.

Her çeşit insan biniyor. Muhakkak bir şekilde karşılaştığımız insan modelleri.
Özelde birey olmaları çok fazla şey ifade etmemeye başlıyor. Hani kaza yapsa minibüs, içinde ölenler sadece "birkaç kişi" olarak anılacak. İşte tam da öyle bir indirgeme; içgüdülerinden ayırmadan fakat duygularını da görmezden gelerek yapılan bir tanımlama..
Velhasıl modeller…

Gördükçe bir şeyler anımsatan modeller..

Vatan Caddesi'nde oturuyorduk o zamanlar. 90'ların ilk 5 senesi. Tatlı bir kabuk değiştirme oyunu sürüp gidiyordu. 80'lerin o bunaltan havası yıkılıyor, sendikal alanda hareketlenmeler başlıyordu..

Babamın hala saçları vardı..

İstanbul hala çok kalabalık değildi..

Otogara (Topkapı) en yakın ev bizimkisi olduğu için gelenleri biz karşılardık..

Ev hep kalabalık..

Belediye lojmanları, herkes memur çocuğu, belediyenin kreşinden çıkma..

Öğleden sonra uyuyabildiğim zamanlar..

Özel otomobiller şimdiki kadar çok değil sayıca..

Minibüslerin de tadı var yine de.. Yine de kalabalık olmuyor o kadar..

Vatan Caddesi üzerinde iniyoruz ve bir defada karşıya geçebilmek için yeşil ışıkla beraber annemin deyişiyle "koş koş" yapıyoruz eğer hava kararmamışsa.. Şayet kararmışsa ben muhakkak uyumuş oluyorum.. Babamın kucağında geçiyorum karşıya; asansöre kadar uyanmadan..

Öyle sıradan bir akşam. Hava kararmış ve benim uyumadığım ender akşamlardan birisi.

Minibüstekileri büyük bir dikkatle izlediğimi hatırlıyorum. Bir çocuk dikkatimi çekiyor, benden büyük. Ayakta duruyor ama tutunmadan. Sadece sırtını cama dayamış..

Elinde bir bidon kapağı. Direksiyon gibi minibüsün hareketlerine göre çeviriyor.
Sonra ineceğimiz yerde minibüs duruyor, bizimle beraber atlıyor çocuk da aşağı ve hızlıca koşarak diğer tarafa uzayan karanlıkta gözden yitiyor.

Ben şaşırıyorum, annesi yanında değil. Önce anneme soruyorum, "ben ne zaman tek başıma binebilirim minibüse?"

Annem usulca anlatıyor çocuğun annesinin olmadığını ya da kaybolmuş olabileceğini. Yoksa o saatte, o yaşta bir çocuk tek başına sokakta olmazmış. Israrla sorular soruyorum çocuğun akıbeti hakkında. En sonunda annem yarın sabah karakolu arayıp polislere soracağını söylüyor da sakinleşiyorum.

Ertesi sabah kalkar kalkmaz ilk işim anneme bunu sormak oluyor.
Annem uyku sersemi, "acele etme" diyor.
Kahvaltı ediyoruz.. Unutmadığımı görünce telefonun başına geçiyor ve tek tek çeviriyor numaraları. Çevirmeli telefonlar, evet..

Polisle konuşuyor hesapta. Soruyor, "elinde kapak olan çocuk hani, annesini bulabildi mi?"..

Bana dönüyor ve mutlu haberi veriyor, rahatlıyorum.

Bugün minibüste dilenci ana-çocuğu görünce geldi bunlar aklıma.

Esasında seneler sonra anlamıştım annemin bana yalan söylediğini, çocuğun aslında zihinsel engelli olduğunu, şu anda çoktan "diğer tarafa uzanan o karanlık"ın içinde eriyip gitmiş olduğunu.

Daha da kötüsü yine seneler sonra anlıyorum ki büyümek duyarsızlaşmakmış, duyarsızlaştırılmakmış. Şu anda hiçbir şey hissetmiyorum çünkü..

15 sene önceki gibi değilim..

Ayrıca eklemem gerekir ki artık minibüslere bindiğimde uyumak için zorluyorum kendimi; bir kere uyumamanın bedelini hep aynı yokluğun farkındalığıyla ödüyorum çünkü.. Uyanık kalmak mümkün mü artık?


-2007-

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Eski Yaz Hikayeleri vol.10: Toplumsal Teamüllere Kafam Girsin

Toplumsal teamüller, o toplumsal teamüller... peh...

Şanssız bir nesiliz biz. Akla karayı ayırmanın peşine bu kadar düşülmüş bir dönemin çocuklarıyız. "Oynamayın ulan şunun ayarıyla, durun" falan demeye kalmadan karşıdakinden etiketi yiyip kalakalıyoruz pekala...

Sanki Dede Korkut isim verecek arkadaş, bir "prezentabıl" modası, bir ayrışmalar... Üstelik bir de bize alttan alttan hep bir erkeğin silahlarının olması gerektiğini tembihlediler. Minikten babalarımız "Göster pipini amcalara" derken de böyleydi bu, annelerimiz nicelerinin canını yakacağımızı söylerken de... Nihayetinde sivilceli bir ergenliğin sonunda kendimizi "Yakışıklı yaa" ile "Sempatik çocuk, çok da zeki" arasında tercihe zorlanırken bulduk. Nicelerimiz genetik altyapısına bakmaksızın "Hacı ben tavlarım bu hatunu" deyip kaybedenin bayrak taşıyanı oldu farkına bile varamadan... Bazılarımızsa bir sabah ayna karşısında "Tipime sokayım lan" diye mırıldanırken gerçek dünyaya farklı donanımlarla çıkması gerektiğini anladı. Annelerimiz bize çok yalan söyledi; kimsenin canını yakamayacaktık.

Anton Çehov'un "Bizi çalışmak kurtarır" demesiyle Nazi puştlarının "Arbeit macht frei"ı arasında fark kalmıyor daha ortaokuldayken kızlarla tüm ilişkinin ödev üzerine kurulu olduğunu görünce. Sınıfın ödev yapan adamıydım, her sabah birileri benden ödev istemeye gelirdi. Bu seneler boyunca böyle sürüp gidecekti. Zamanla bunun adeta bir likit fon gibi kullanılabileceğini gördüm; böyle büyüdüm.

Yıllar yılları kovaladı, kapağı tıbbiyeye attım. Şimdi ilk gözağrısı anatomiyle yüzleşmeliydim. Ilk gözağrısı, "ulan doktor oluyoruz şaka maka" dedirten ilk ayrıntı; ilk baş ağrısı, ilk karın ağrısı... Bildiğin zordu lan. Ama doğru motivasyonla dağları delebilen bir kuşak yetişmiş bu topraklarda.

Senenin başından gözüme kestirdiğim kız oradaydı işte. Kurcalanmaktan artık üzerindeki hiçbir kas ayırt edilemez hale gelmiş kadavrayla boğuşuyordu, koldaki onlarca kası birbirinden ayırıp anlamaya çalışıyordu.

Bir sonraki pratik için bir haftam vardı.

Bir hafta boyunca yemedim içmedim, atlası kitabı açıp anatomi çalıştım. Itler gibi çalıştım, okula uğramadım, diğer dersleri umursamadım, kol kaslarına çalıştım. Hani anatomi hocalarım görse gözleri yaşarırdı; dikkatim dağılmasın diye odanın camını kapısını açmadan çalıştım, içerdeki kesif gaz kokusu başağrısı yapana kadar çalıştım. Bir hafta sonunda sular seller gibi ezberlemiştim kol kaslarını. Odadan çıkıp dışardaki hayata adapte olmak zor oldu ama değerdi.

Anatomi pratik salonuna girdim, omurga alabildiğine dik, yüzümde en zeki sırıtışım. Yavaş yavaş tüm öğrenciler geldi. Hocalar o hafta için bir iki ayrıntıdan bahsetti, serbest çalışmaya bırakıldık sonra da...

Kadavranın başına geçtik ama sırt kasları çalışıldığından yüzüstü yatıyordu kadavra. Ters çevirmek için hamle ettim, tek başıma olmuyordu. Arkadan sarıldım olmadı, alttan kaldırmak istedim yine olmadı. Göğüs kafesi açılmıştı, tek başıma almak istesem akciğerleri, kalbi yerinde durmuyordu. Ama bu hafta kol çalışmak için o kadavra sırtüstü uzatılmalıydı. Bir haftayı düşündüm, dağları delen aşıkları düşündüm; Kerem, Tahir, Mecnun, Karac'oğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Bolubeyi, Iraz Ana, Anadolu'nun çatlak toprakları, kör başına Neo, Don Corleone, Lex Luthor ne var ne yok film şeridi gibiydi, "Ya Allah" dedim yüklendim hepsi gözümün önünden geçerken. En son sarılır pozisyonda kendi göğsümle kadavranın göğsünü desteklerken bulmuştum kendimi. Hareket edemiyordum.

"With a little help from my friends" sadece bir şarkı sözü değildi, öyle olmamalıydı, yalvaran gözlerle bakıyordum etrafa beş dakikadır. En sonunda bir dostum yaklaştı ve çevirmeme yardım etti vücudu. Şimdi olmuştu işte. Iyi çocuktu zaten o dost, severdim.

Kola bakmaya başladım, sağı solu davetkar bir biçimde keserek koldaki kasları saymaya başladım. Arkadaş yanımda gülümseyerek izliyordu beni. Sonra bir iki kişi daha geldi. Ve işte en sonunda o da yaklaşıyordu, "güzel hatun vesselam; güzel, hatun ve selam"...

Baştan aldım, yeniden saymaya başladım. Yani aslında kafam biraz karışmıştı. Pek kitaplardaki çizimlere benzemiyordu. Hiç benzemiyordu. Çok deforme olmuştu, çok karışıktı.

Terlemeye başladım, boncuk boncuk terliyordum, alnımdan iki yana süzülüyordu damlacıklar. Her defasında baştan alıyordum ama bir türlü tamamlayamıyordum. Izleyenler de huysuzlanmaya başladılar. Bir tanesi dönüp gitti. Artık zamanı gelmişti, bitirmek lazımdı. Yaradana sığınıp ne biliyorsam rastgele saymaya başladım. Her tuttuğum kas için aklımdaki isimlerden söylüyordum bir tane, bazı isimleri iki ayrı kas için de söylüyordum. Ne bildiysem saydım döktüm canhıraş, yalan yanlış...

Kafamı kaldırmaya utanıyordum. Olmamıştı. Ama felaketin büyüğü daha gelmemişti. Kadavrayı çevirmeme yardım eden arkadaş "Abi sanki biraz yanlış oldu" dedi. Doğrusunu saymaya başladı. Ben iki adım geriledim. Arkadaşa baktım. Yakışıklıydı piç. Bir de rol çalmıştı benden; takır takır sayıyordu kasları. Aynı anda hem zeki hem yakışıklı olmak gibi bir opsiyondan bahsedilmemişti sanki. Hani toplumsal teamüller, evrimin emirleri, silahlarımız falan...

O an çok silahsız kalmıştım, hani evrim her erkeğe birtakım silahlara sahip olmayı zorunlu kılıyordu ya, ne silahı lan, bildiğin iki yaprak bir dal çırılçıplak hissediyordum. Rol çalan o dallamaya da girmek istedim ama kibar bir insandım ve centilmenliğimden ödün veremezdim.

Girdiğimde nasıl dik yürüdüysem eşiğe takılana dek çıkarken de dik yürüdüm. Ancak uzun sürmedi, geç ergenlik travmalarının üstüme fil gibi oturduğu günlerde omuzlarım çöktü, hep çöktü. Bir hafta sonra kantinde arkadaşla güzel hatunu el ele görene kadar çok çöktü, saçları kazıtıp "Koy götüne gitsin tırıs tırıs" diyene kadar çöktü. Toplumsal teamüllere kafam girsin; nihayetinde şanssız bir nesildik biz, bundan olsa gerek, büyümek güzel şeydi.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

lan dram içinde hüzün içinde kaldım resmen... birkaç gündür internette ne kadar hesabım varsa dondurdum, kapattım, attım sattım; sırf bu blog ve mail adresi...
blog ne kadar ölü farkındasınızdır zaten. mail kutuma da iki mesaj düşmez mi ama arkadaş, dipsiz kuyularda ipsiz, kör karanlıkta çaresiz kalmışım, peheey...

yeni yazılar yakında, ne kadar da umrunuzda ama dimi...

ha bir de huy haline getirebilirsem şayet tavsiyelerde bulunmayı planlıyorum. her şey senin için sevgili okur: branford marsalis yorumuyla "o solitude", "vocalise" ve de " bachianas brasilerias #5" dinlenecek, dinle!

13 Mayıs 2012 Pazar

ParaMort

Karşımıza hep aynı metinlerin çıkması üzerine kafa patlatmak lazım sanki. Metinlerin aynı olması hep aynı kişi tarafından yazıldığı anlamına mı gelir ya da aynı metinlerle karşılaşmamak bizim tercihimize mi kalmıştır? Yani biz de suç ortağı sayılır mıyız bu serzenişimize uydurduğumuz kılıf şayet suçtan sayılırsa? Gözlerimizi yumarak aynı metinlerden kaçabilir miyiz?
Peki yazarlar ayrı kişilerse, yani "aynı hikaye kaç farklı şekilde yaşanabilir?" sorusu aslında anlamını yitirdiyse, failleri birbirlerinden ayrı kılan ne? Hele ki etrafımız doğarken ve ölürken aynı olduğumuzu, eşit olduğumuzu kakalayan uhrevi öğretilerle doluyken...
Başlangıç ve bitiş midir yani sadece? Yani sadece doğarken ve ölürken eşit ya da aynı olmamızda sorun yok mu? Ya da doğarken ve ölürken bile olsa sadece, bir şekilde bir anı birileriyle aynı olarak, kopya olarak paylaşıyor olmak sorun değil mi?
Paylaşıyor olmak sorun değil mi? Yani kim doğamızda paylaşmanın olduğunu söyleyebilir? Bencillik var diyorduk ya insanda... Mesela dünyanın direğini sallarken "insanoğlu yaradılış itibariyle bencildir, yaradılıştan gelen sorunu da suç mu sayalım!" diyorsak şayet, alenen bencil olmalıyız. Neden paylaşmak?
Madem paylaşıyoruz, ben mesela ya da sen mesela, sevgilisi olan bir kadına yavşadığımızda neden bir anda o düğme kapanıyor? Senin kadınına yavşadıklarında neden kapanıyor o düğme? Başa dönüp aynı olmaktan alırsak bu noktada, dönüşümüz haksız, yersiz, okuyucuyu oyalayacak, gereksiz laf salatasıyla doyurmaya çalışacak bir dönüş sayılır mı?
Okuyucuyu, okumayanı, patronu, öğretmeni, aileyi, arkadaşı, onu bunu şunu... ne çok doyurmaya çalışıyoruz. Ortadaki sıkıntı aslında kaynakların; özkaynakların ve hatta paylaşan başkalarının kaynaklarının o doyuma ulaşmaya yetmemesi mi? Yani bir orgazm taklidi yapıp bir sigara yakmak neden bu kadar zordur?
Zor demişken, orgazm demişken, Tom Robbins dememişken ama demişçesine fütursuzca ondan bahsederken ve "Mükemmel aşkı yaratmak yerine vaktimizi mükemmel aşıklar arayarak heba ettik." cümlesini alıntılarken ve hatta hatta barda oturan kadını tavlamak için çalıntılarken... sahi neden bu kadar zordur bir insanı sevmek ya da bir kerecik de olsa bir orgazm taklidi yapmak? Her şeye alışmak diyorduk. Alışamayanlar ölür diyorduk, adaptasyon, doğal seleksiyon diyorduk. Milyon dolarlık şirketlerini batıran adamlar sıfırdan başlayabiliyordu ya da başlayamayacak olan kendini sıfırlıyordu, bire bir daha geçmemecesine... Alışamaz mıyız yani bizi seven ama sevmediğimiz birine? Alışamayacaksak şayet, ölmemiz gerekmez mi? Hani alışamayan ölüyordu ya...
E ama bu hesapla aşk intiharlarını yanlış kişiler etmiyor mu? Yani aşık olanın değil, aşık olanın kendisine aşık oluşuna alışamayan maşuk kadının ya da adamın intihar etmesi gerekmez mi? Adaptasyon, doğa, doğal seleksiyon bunu emrediyor olmalı.

Her şey daha ne kadar yanlış gidiyor olabilir ki? Feci bir labirent, aynı olmak da farklı olmak da sorun ve hayatta gri alanlar olduğunu sananlar, bunu insanlara tembihleyenler, insanları buna şartlayanlar gerçek göt laleleridir.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Eski Yaz Hikayeleri vol.9: Babamın Arabası, Hayallerim ve Sen

Ah ergenken bile kapımı hiç çalmamış motorlu taşıt tutkusu... Koca bir kara delik gibi yaşatırım hala içimde yokluğunu.

Hiç meraklı olamadım arabalara. Aşağı yukarı her erkek çocuğunun en büyük fantezisi olmuştur halbuki dönem dönem. Modern zamanın pederle kapışma arenası... Kastrasyon kompleksiyle ödipal ittirmelerin itiş kakış miniği ileriye hazırlama çabası...

18'imi geçtiğim günle beraber başladı ev ahalisinin "ehliyet al" baskısı. Ben arabalardan korkuyordum. Bildiğin korkuyordum. Hani arabada büyümüş bir velet olmama rağmen anlamsız da gelmedi bu korku. Insanoğlu kendi elleriyle yaptığı makinanın içinde patır patır ölüyordu. Ekranlarda her gün onlarca, yüzlerce ölümlü trafik kazası haberi... Korktum ve öteledim ehliyet işini. 22'ime kadar öteledim. "4 sene de bir şey mi lan it" diye diklendiğinizi duyar gibiyim, kararlı bir anne-babaya dört sene karşı durmak az değil, küfrettirmeyin kendinize!

Ehliyeti aldıktan sonra arabaya ısınmak, ustalaşmak falan, kaç kaçabildiğin kadar, 2-3 seneyi de öyle yedim ben mesela. Sonra bir yaz pederle validenin tası tarağı toplayıp memlekette yaz geçirme hayallerini gerçekleştirme vakitleri geldi. Araba İstanbul'da kalacaktı. Benimle...

Garip olan şu ki sevgili okur alıştıkça, ustalaştıkça, kurtlaşıp taksiciye küfredecek hale geldikçe, o şoför siniri oturdukça zevk almaya başlıyor insan. Evet, insanın böyle ilginç bir defosu var, sinirlendiği şeylerden gizliden gizliye bir de haz duyuyor zira şu kısacık tecrübemden çıkardığım kadarıyla yaşamı en net hissedebildiğimiz an o ağız dolusu sinkafı fütursuzca muhatabı olduğundan şüphe etmediğimiz ilgili şoföre teslim ettiğimiz an oluyor.

Istanbul sokaklarının kurdu gibi oradan oraya cirit attım yaz boyu. Konserden konsere etkinlikten etkinliğe koştum. Hani kültür başkentinin bir altın anahtarı olsa şöyle dıravdan bir kopyasıyla fotoğraf çektirmeme izin verirdi UNESCO, o derece.

"Bir akşam yine konserdeyim" şeklinde başlayan cümlelerim vardı sakladığım. Uzun uzun da sakladım. Hani yaz vakti İstanbul'da bir insanevladı kalmamış tanıdığım. Tüm arkadaşlarım memleketlerine gitmişler. Saklamak zorunda kaldım onlara etmek üzere ama olmadı. Bugüne kısmetmiş.

Bir akşam yine konserdeyim. Ben diyeyim Jan Garbarek sen de Demet Akalın. Gezip duruyorum, artık gittiğim konser kimin, hangi yönetmenin filmindeyim,ne sergisi yazın göbeğinde hatırlamıyorum, bilmiyorum. Öyle serin bir akşam tiril tiril giyinmişim. Arabaya sinmiş bir tabldot yemek kokusu var, çıkmaz durur öyle. Bana da sinmesin diye arabadan inmeden deodorant sıkıyorum. Inip teknolojinin nimetlerinden faydalanmak üzere sırtımı arabaya dönüp uzaklaşıyorum. Elim omzumun üstünden arkaya bakıyor ve anahtarın üzerindeki düğmeye basıp kilitliyorum arabayı. Artizlik bir yere kadar ama, "kilitlendi mi ki lan acaba" diye kafayı çeviriyorum. Çevirmemle takılıp tökezlemem bir oluyor ve dramım önümdeki sümbül ya da lale gibi bir çiçek adıyla bezenmiş kartı sayesinde her konsere en önden ve bittabi en güzelinden bilet alan kalantorun birine arkadan bindirmemle sonlanıyor.

Ağız dolusu özrü püskürtüyorum adamın suratına ve büyük adımlarla uzaklaşıyorum ama arkadan hala "bu kadar da olmaz ki canım" fırlatıyor bana. Epeyi talihsiz bir başlangıç ama olsun. Keten gömleğim, ince bir pantolonum, bej ayakkabılarım ve arabam var ve de Moda Yelken Kulübü üyeliğinden hepi topu 30 sene ve birkaç yüz milyar türk lirası kadar uzağım.

Yerime doğru ilerliyorum. Bu gecenin talihsiz hikayesini atlatmış olmalıyım, daha ne olacak canım allaseen... Yani bu gecelik de bu kadar işte dimi...

Koltuğumu bulup kıvrılıyorum ve yanıma oturacak şanslı insanları beklemeye koyuluyorum. Açıkhava konserleri bir sohbet havasında geçiyor adeta. Buna güveniyorum. Bütün yaz böyle tek başıma harcanacak değilim ya...

Ben aslında bütün şansını küçükken bir dondurma firması yüzünden yitirenlerdenim. Bütün şans hakkımı, bütün talihimi çubuk dondurma promosyonlarında kaybettim. Bir gün bir dondurma aldım ve peşinden tam olarak 9 çubuktan bedava dondurma çıktı. On dondurma yedim. Sonra da hiçbir işim iyi gitmedi. Hayır, aynı akşam ishal olduğumda anlamam gerekirdi ama aklım boyumdan kısa, boyum desen sandalyeye oturduğumda yerle temasa izin vermiyor.

Umut güzel şey, şans o gece kapıyı tekrardan tıklattı. Yanıma dipdüşürengillerden bir kadın oturdu. Ne kadar kararlı olduğumu anlatamam, bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Koltuğumda doğrulup merhabalaşmak üzere kendisine doğru döndüm. Benim dönmemle onun merhaba demesi de bir oldu zaten. Konser başlamadan bitmişti ama bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Iki saat konuştuk. Dünyayı cazdan mahrum bırakmamak gerekiyordu. Cazı nasıl yaşatabilirdik? Caz nasıl daha fazla insana ulaşabilirdi? Dünya barışı cazla tesis edilecekti. Hani konser veren caanım adamlar duysa oturur ağlarlardı kendilerine biçtiğimiz rolün ulviliği karşısında. Sınırları zorluyordum kendi adıma, bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Tam bildiğim tüm caz sanatçıları tükenmişken grup da son kez gelip selamını verdi ve yolları ayırma vakti gelmişti. Otoparka yöneldik. Konser güzeldi ve arabası var mıydı? Nasıl gidecekti? Bırakmamı ister miydi? Bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Taksim'de bırakmış arabasını, oraya kadar götürmeyi teklif ettim, hayat güzeldi. Arabaya bindik ve Taksim'e doğru ilerliyorduk. Ben kendisine bakarken o konuşuyordu. Hiç susmadı. Ta ki önümde kırmızı ışıkta bekleyen taksiye bindirene kadar...

Bu gece sohbet burada bitecekti.

Birkaç saniye sessizlikten sonra korkudan ağlamaya başladı. Birkaç saniye salya sümük saldıktan sonra da kendisini arabanın dışına attı. Özür diledim ama bana bakmıyordu bile. Taksiciye döndüm, ızbandut abiye atar yapılacak gibi değildi. Hemen yanımızda "geçmiş olsun"a duran taksiye binip uzaklaştı kadın. Ben taksiciyle baş başa kalmıştım. Sonra pederle de baş başa kalacaktım. Belki de bir sene erken almış olsam ehliyeti, hani birkaç ay ya da bir iki hafta... birkaç gün...

Tek tesellim ağlamaya başlayınca kadının ne kadar çirkinleşebildiğini görmek oldu. Ağlayınca çirkin olan bir kadınla ne işim olurdu ki canım, hiç...

Günün Ötesinde: Merhaba, En Temizinden

Bakırköy’deyim, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde… “Ne kadar da uzunmuş ismi” demekten kendimi alamıyorum girişteki kocaman tabelaya bakarken. Hemen yanında bir diğer hastane, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi. İsimleri okumanın bile bu kadar uzun sürmesi rahatsız edici.  Yavaş yavaş yürüyorum içeriye. Hastane çok büyük. Eskiden akıl hastalarının izole edilmesi gerektiği düşünüldüğünden İstanbul’daki en büyük komplekslerden birisi olan bu tesis, o vakitler kırsal olarak nitelendirilen Bakırköy’e kurulmuş. Yaklaşık 15 dakika yürümek gerekiyor acil servis kantinini bulmak için.  Acil servis polikliniklere pek yakın. Ayrıca yatan hastalar da büyük kantinden faydalanabilecek uzaklıktalar. Genelde tercihleri burası oluyormuş bu yüzden.  Kantinde kapıyı görecek bir masaya çöküyorum usulca. Ne zaman benim hükmedemeyeceğim bir yere girsem kapıyı gözler vaziyette buluyorum kendimi. Her an gözümün önünde olmalı girenler, çıkanlar. Sırtımı duvara verip kapıya dikiyorum gözlerimi.  Bir hasta, giyimi diğer hastaların yanında nispeten iyi, küfürler ederek yanıma gelip yine küfürler ederek masaya oturup oturamayacağını soruyor. Oturabileceğini söylüyorum. Ceketinin cebinden bir paket sigara çıkarıyor, bir kutu da kibrit. Bana da ikram ediyor sigaradan, kullanmadığımı söylüyorum. Kendisi yakıyor bir tane. Emzik emercesine içiyor sigarayı. Sık nefesler çekiyor, sık ve alabildiğine yüzeysel… Her şey kendi dengesini kuruyor, sigara olması gerekenden çabuk bitmediği gibi son nefes normale göre fazla gecikmiyor da.  Hemen yan masaya bir diğer hasta oturuyor, kül tablasındaki bisküviyi alıp ağzına atıyor ve masada duran boş kola şişesinin altındaki birkaç damlayı da yuvarlıyor üzerine.  Başka bir masada da 17 Eylül 2007 tarihli gazeteyi okuyan hasta. Mantık güzel: “Okumamışsan yenidir.”  Kalkıp dışarıya doğru hareket ediyorum. Kantin çok boğucu. Hemen ön tarafı da ilginç, dört yolun birleştiği bir nokta kantinin önü. Arkamdan kantinden çıkanlar geçiyor, önümde çoğunlukla beyaz önlüklü güruhun kullandığı, birkaç blokluk servise uzanan, sağımda acil servise giden, sol taraftaysa poliklinikler ile idari birimler tarafına geçmek için kullanılacak olan yol.  Bir hasta yaklaşıyor, “100 liran var mı abi?”. “Yok” diyorum, gayet yumuşak. Ufak adımlarla gezinmeye başlıyorum o dört yol ağzında, önce bir çember çiziyorum yürüyerek. Tam o sırada önümden bir ana-oğul geçiyor. Oğul hasta, gayet ajite olmuş durumda. Belli ki sakinleşmiş hali bu üstelik. Anne sürekli konuşuyor çocukla, neler yapılacağını, neler olduğunu anlatıyor. Polikliniklerin olduğu tarafa doğru yürüyorlar konuşarak. Peşlerine takılıyorum. Konuştuklarını duymaya çalışıyorum. Az önce para isteyen hasta tekrar geliyor ve aynı soruyu yineliyor. Bu kez kızgın bir şekilde olmadığını söylüyorum.  Bir hastayla sert konuşmak mı? Bence de kötü… Ancak oldum olası merak ettiğim her şeyi illa ki öğrenmişimdir, en azından öğrenmeyi denemişimdir. Şimdi onun yüzünden duymak istediklerimi duyamayacaktım. Bu bilme aşkı sapıklık boyutuna varmadı hiç. Yine de korkutucu sayılır. Eğer birisiyle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsam doğru insanları bulup bir şekilde kontak kurarak istediklerimi duyuyorum. Bu merak, tutku… sakat galiba.  Kendimi frenleyip gerisin geri dört yol ağzına doğru dönüyorum. Boş boş dikilmek ne kadar da zor. Aklımda binbir soru işareti beliriyor istemeksizin. Bir sürü şey, önceye ve sonraya dair. Pek “şimdi”si yok ama bu soruların zira “şimdi” sadece dikiliyorum, evet.  Geleceği geçmişten koparamamak iyi midir, bilemiyorum. Ancak pek de memnuniyet hissettirmeyen bir geçmişe sahip olunca, insan ister istemez geleceğe önyargıyla yaklaşabiliyor. Evet evet, herkes için böyle olsa gerek. O zaman mutluluğun anahtarı da unutmak mı?  Unutmuyorum, doğru. Unutmamak derken kuvvetli hatırat değil aklımdan geçen. Kincilik benimkisi. Duyduğum her şey bir yerlerde kullanılabilir diye beynimde yer tutuyor. Haliyle şimdiden patlamak üzereyim. Sadece aşırı yüklemek olsa tamam ama sürekli intikam planları kurduruyor insana geçmişin gölgesi.  Neyse ki çok sınırlı kullanılabilen kelime sayısı. Aklımdakilerin dışarıya çıkışı da bu sınırlar dahilinde olabiliyor. Normal şartlar altında haksızlık olduğunu iddia etmekte tereddüt göstermezdim lakin bu sayede gizlenen şeyin dahilikten ziyade vahşilik olduğunun farkındayım. İd ile ego arasında böyle bir kilidin olması pek güzel. Ancak artık ego ile süperego arasında da bir şeyler olması gerektiğinden eminim ve buna sahip olup olmadığım hususunda şüphelerim var.  Düşünmenin çok da fayda getirmeyeceği açık. Sadece beklemek daha güzel. Hem birazdan arkadaşım da gelir.  Beyaz önlüğünü kirletmemek için sarılmayıp sadece tokalaşacağım onunla ve güzel bir “merhaba” diyeceğim, tok sesimle, en temizinden; şimdi size dediğim gibi.  Ne kadar örtecek içimdekileri bilmiyorum, arkadaşım da bir psikiyatr… Hasta olarak gelmiyorum ona ama yine de bu tür konularda havsalası daha kuvvetli olsa gerek diğer insanlara göre.  Bence yabancı gelmemeli bu anlattıklarım size. Hikayenin bir yerinde siz de varsınız. Psikiyatr, psikiyatra göre daha zayıf karakter algısına sahip “diğer insanlar”dan birisi, bir hasta ya da bizzat ben olabilirsiniz.  Etrafa bakıp rol biçmeli insanlara. Aynaya bakıp insanların bize biçtiği rolleri de görmeli hem.  Emret ontoloji!  Kimin kim olduğu başka nasıl bilinebilir ki?

24 Mart 2012 Cumartesi

ne vakittir yazayım yazayım diyorum yazamıyorum, çok yordular beni çok...
konu da hazır halbuse...
neyse siz tekrar tekrar okuyun okutun, bu hafta bitmeden bir eski bir de yeni yazı geliyor...
-çok da umrumuzdaydı- istanbul, 2012, blogda bu yazıya denk gelen birkaç yüz insan...

15 Mart 2012 Perşembe

Günün Ötesinde: En Güzel Vakit

Balkondayım, pek güzel bir kar inceden inceye örtüyor şehrin üstünü yavaş yavaş. Havada kokusu asılı. İçine çeksen, dışarı çıkarken ciğerlerini de kandırıp uçurur diye korkacağın kadar güzel, taze… Ay bulutların arkasında. Seçilebiliyor ama yine de. Tek eli olan bir piyanistin resitali gibi: vakur, biraz da çaresiz. Yıldızlar hiç yok ortalıkta. Şehri savaşlarda ilk onlar terk ederler zaten. Eh, tam da günle gecenin savaşı hüküm sürüyor gökyüzünde şu saatlerde…

Gece sohbetleri için çok geç saat; sabah kırgınlığı içinse erken, gerçekten erken… Yalnızlık ilginç bir anne rolü üstlenmiş bu saatlerde, bütün ürpertilerin annesi; o doğurdu, o büyütüyor.

Radyoyu açıyorum. Eski denilen şarkılar. Neye göre eski? Şarkı nasıl eskir, kullanıldıkça mı? Mesela aşk şarkılarının çabuk eskimesi gerekmez miydi o zaman? Kafam karışıyor. Balkona dönmeli, o sakin yere.

Kar gecikti ya, sabah tedirginlik de basacak evleri: acaba tatil olur mu, yollar kapanır mı, hiç çıkmasak mı? Birçoğu yine de çıkacak. Fakat buna rağmen kaygılı görünmüyor sokaktaki köpeklerle kuşlar. İnsanlar gelecek oysa. Çemberler çizerek çığlıklar içinde kaçmalılar. Ama onlar için bulunmaz anlar bunlar; yolun ortasındaki birikintiden su içmek mi, başka saatlerde kimin haddine!

Hazır ay ve gece burada sayılırken hala, keyfini çıkarmalı sabit ivmenin. Doz aşımıyla karşı karşıya bir vaka artık ayı izleyen.

Gece hafif hafif güne doğru ölüyor ve ay bir başka gecenin en karanlık yerine sürülüyor. Güneşin hükümranlığı başlayacak birazdan. Radyoda bir trompet hafiften inlemeye başlıyor, tanıdık geliyor kulağıma, “Şaka mı bu!” diyorum şarkıya eşlik etmek üzere yutkunurken ve sonra hep beraber –son ki üç dört-, “İstersen hiç başlamasın…”
Şaka mı bu?

3 Mart 2012 Cumartesi

senden sonra
hava almak için balkona çıktım da soğuk aldım...
ıhlamur yapanım yok...

senden sonra
bir bardak soğuk su içtim,
zaten hastaydım,
boğazlarım şişti...

senden sonra
kullandığım tüm güçler orantısızdı,
ıhlamur kaynatayım derken cezvenin sapı elimde kaldı...

senden sonra
kafama göre antibiyotik kullandım,
bakterilerimin ilaç direnci arttı...
toplumun sağlığıyla oynuyorum...

senden sonra,
fakültenin koridorlarında yankılanan
o garip cümleler...
"feyzullah'da atrofi başladı"
garipsemez oldum,
garipleşiyorum...

ekşi sözlük'te kimisi farklı zamanlarda olmak üzere "senden sonra" başlığına eklediğim şeyler, birleştirince komik oldu sanki...

Eski Yaz Hikayeleri vol.8: Terk Etmek ya da Edememek

İşte gerçekten de bütün mesele bu değilmiş. Acı bir tecrübeydi.

Şahsi tarihim zibilyon adet terk edilme hikayesiyle dolu. Hani insanın "Ulan ben yoksa beklentileri karşılayamayan soğan tipi bir erkek miyim?" sorularını sormayı bırakıp karşıcinsi suçlamaya başladığı dönem vardır ya, işte tam da öyle bir geç-ergenlik krizinin ortasındaydım. Yalnız değildim, hayır; terk edilmişliğine bir de reddedilmişlik eklenen adamın agresifliği belki anlaşılabilir ama bir sevgilim varken benimki?

Yaz tatili yaklaşıyordu. Başka şehirlerde oturan okullu çiftlerin makus tarihi bellidir, her yaz vakti bir ayrılık rüzgarı eser. En azından erkek için umut doludur yazın yaklaştığı günler. Herkes yaz hovardalığı peşindedir.Bütün kadınların kolları tamamen açık onu beklediğini düşünür.

Işte bu evhama bir de zibilyon adet yaşanmışlığın ve terk edilmişliğin o kekremsi tadını eklemiştim, bu ağdalı cümlelerle ayrılmaya karar vermiştim. Hormonlarımın ve ereksiyonumun dikine gidip testosteronumun peşine düşüşümü bu süslü laflarla örtüp mağrur bir şekilde kadınımı terk edecektim. Hayat bazen istediğimiz gibi gitmezdi, ayrılmalıydık, o da üzülmemeliydi, çok gençti, daha pek çok insanla karşılaşacaktı, ben hep onu destekleyip arkadaşı olacaktım. Evet, kesinlikle yaz öncesi ereksiyonunu gizlemeye yeterdi. Üstelik ben de en sonunda birilerini terk edip kadın ırkından intikamımı almış olacaktım.

Tüm bu cümleleri kurmam, hazırlanmam birkaç dakikamı aldı. Hiç sigara içmediğim halde "ulan acaba birkaç gün birkaç paket içip şöyle tok sesli, gürbüz sanatçı tonu yakalarsam söyleyeceklerim daha iyi görünür mü" diye düşünmedim değil ama yapmamaya karar verdim. Yine de saç baş dağınık şekilde gidecektim o gün okula. Gecelerimi günlerimi bu kararı düşünerek almamıştım ama bunu onun hissetmemesini istiyordum. Bütün gece o haftasonu oynanacak maçlarla ilgili yorumları okuyup bahis kuponu hazırladım. Gözlerim sabah mosmor ve şiş olacaktı.

Uyanıp yataktan çıktım. Pejmürde bir şeyler ayarladım dolabımdan. Saçlarımı taramadım. Aynada gerçekten de zor kararlar almış bir insanın gözlerine benzeyen mor torbalı gözler vardı.

Derse girmedim. Dışardaki kantinde beklediğimi bildiren bir mesaj attım ve oturdum. Böyle bir konuşma açıkhavada yapılmalıydı, kızarmış patates ve sucuklu tost kokan bir kafeteryada değil. Fazla değil bir yarım saat kadar sonra ders bitmiş olacak ki arkadaşlarla beraber geldi. En güzel kısmı bu artistliği yapmak olacaktı: "İki dakika konuşabilir miyiz? Özel olarak?"

Bu tamamen hak iddia edebilmekle alakalı bir çağrı aslında. Yani bir arkadaş bunu geri çevirebilir lakin sevgilinin geri çevirmesi imkansızdır. Arkadaşlar sevgili üzerinde hak iddia etmeye kalkışabilir ama bu cümleden sonra "Benim de arkadaşım o, ben de dinleyebilirim anlatacaklarını" diyemezler. Bu, sınırdır; bu adeta bir köpeğin işeyerek alanını belirlemesinden farklı değildir. Bu, adamın kadını sadece hemcinslerinden değil kadınlardan da koruması, uzaklaştırması gerektiği bilincine ulaşmış halidir; alenen geriye evrimleşmektir, köpekleşmektir. Ah böyle anlatınca bir çiftin asla özel bir şey konuşma hakkı olmaması gerektiğini söylediğim anlaşılabilir. Söyledim evet. Özelini gidip evinde konuşsun ulan herkes, topluluk içinde fısır fısır konuşulur mu hiç!

Nihayet birazcık mahremiyet vardı. Etrafımızdaki onlarca öğrenciyi umursayacak değildik, minik çaplı aile dramları için ergenlerin bir eve veya odaya ihtiyacı yoktur; "Biraz özel konuşabilir miyiz" sosu yeter bu drama yer açmaya.

Anlattım ona, önceden kurduğum tüm cümleleri saydım döktüm. Yüzüne bakmadan konuştum ama yere bakmak yerine gözlerim hep karşıya dikiliydi. Uzaklara, çok uzaklara bakar gibiydim. "Keşke karşımda kantinin yanındaki tuvaletin duvarı değil de deniz manzarası olsaydı" diye düşündüm. Idare etmek lazımdı.

Çok uzun konuştum, kesmeden dinledi. Hiçbir şey söylemedi ben konuşurken. Çok mutluydum, az kalmıştı; sessizce, bozulmuş olarak yanımdan uzaklaştığı an birisini terk etmiş olacaktım ve finale çok yaklaşmıştım.

Bitirdiğimi söyledim, "Bu kadar söyleyeceklerim" dedim. Sessizce kaçmalıydı şimdi, belki iki damla yaş...
Bunun yerine yüzüme bakıp "abi ben de nasıl söylesem diye düşünüyordum, benim de ayrılasım vardı, hay çok yaşa ya, anlamış mıydın ayrılmak istediğimi?" dedi. Gülümsüyordu. Kelimeler boğazımda dizili kaldı. Teoride ayrılma konusunu ben açmıştım ama pratikte beni terk edeli epeyi olmuş zaten. Bunu anladığımda sessizce uzaklaştım yanından. Iki damla yaş falan yoktu en azından. Ayı gibi yürüyordum, içten içe "Ulan yine olmadı galiba" diye düşünüp nerede hata yaptığımı çözmeye çalışıyordum. Kazasız belasız köşeyi dönüp gözden yitmeyi istiyordum. Asla bu kadar kısa ve acısız olmamıştı çünkü; takılıp düşmeden, bir yerlere çarpmadan, hepten rezil olmadan uzaklaşmalıydım.

O da olmadı. Açıkhavada konuşma aşkım kafama şapır şapır birkaç damla halinde inen kuş bokuyla taçlanacaktı. Neye uğradığımı şaşırıp duraklamasam belki fark etmezlerdi ama durdum, birileri gördü ve güldü. Çok fazla insan güldü, çok güldüler. "Şahtık şahbaz olduk" deyip hızlı adımlarla eve döndüm.

Ben çok batıl inançlı bir adam değilim ama o konuşmadan önceki gece hazırladığım bahis kuponu tuttuktan sonra daha fazla sever oldum kuş bokunu. Gerçi hala merak ederim, talih kuş bokuyla mı geldi yoksa aşkta kaybeden kumarda mı kazanıyordu, bilemedim hiç. Yatırdığım birkaç lirayı birkaç yüz lira olarak geri aldım ve o yaz bir yazlık beldeye götümü atacak kadar param vardı. Üstelik ereksiyonumu takip edip sevgilimden ayrılmış yalnız ve özgür bir adamdım.

Hayatın acımasız gerçekleri yine de kafama kuş bokundan ziyade ağır taşlar olarak yağıyordu; hiçbir kadın kolları tamamen açık beni bekliyor falan değildi; pek kısır bir yazdı.

Eski Yaz Hikayeleri vol.6: Kaybedemedim Akşam Akşam

Doğrudan konuya giresim var sevgili okur. Ne zamandır yazmadım zaten, yazar vasfı taşımasam da sen okursun, uslu uslu oku konuya nasıl girdiğimi umursamadan…

İstiklal Caddesi. Sabahattin Ali pek güzel yazmış Sinop yıllarında. Pay çıkarasım var bu akşam kendimce, Sabahattin Ali nasıl güzel yazmışsa öyle güzel okuyor Volkan Konak. Tam da ekmeğimizi paylaşırmış gibi bir yanından asılacakken şarkıya, kesiliveriyor orta yerde.
Ekmek elden süt memeden kral gibi yaşıyorum aslında, kaybetmiş gibi şarkı söylemek neyime.
Sıkıntılı bir akşam. Sevgiliyi bir başka şehre yolluyorum. Sadece bir hafta sonra başka bir kıtaya yollayacağım ve bu da pek tatsız bir prova. Otobüs firmasının “yazhane”sine bıraktım onu. Biraz kızgınım, bir başka kıtada daha iyi bir doktor olmak için çırpınmayı benimle geçireceği saatlere yeğlemiş oldu bu tercihle. Sigara içmem ama sırtımda deri ceketim, pek dertli yine de mağrur salınışımı anlamlandırır diye ille de alasım var ağzıma bir tane.
Kafamı iyice dikip telefonu cebimden çıkarıyorum, arayıp binmiş mi öğrenmek istiyorum. “Dizilerde yok böylesi be dinime imanıma” derken sağı solu kalkmış yer döşemelerinden birine takılıp bir sağlam tökezliyorum. Kafam hafiften öne eğilirken sırtım yükseliyor, bu kambur duruşu ben nereden hatırlıyorum? Peh…
“Galiptir bu yolda mağlup” da olamıyorum.
Az önce ihanetine uğradığım telefon çalıyor. Bir an güzel bir film sahnesi hayat: “Ben gidemedim canım, sana dönüyorum, gelip beni alsana”… Nah!
Arayan bir başkası. Yakın bir arkadaşımın doğum gününü hatırlatıyor. Uğramak lazım. Hem zaten dertli bir ruh haliyle insan nasıl da yücelir değil mi! Gidip satmak lazım hüznü, derdi kederi.
Üstatların “bol parmak sallamalı şarkı” dedikleri türden şeyler çalan bir yere giriyorum. Hepsi giden aşkı unutmak ya da unutamayıp nasıl da gururla “Show must go on you cutthroat bitch” modunda yaşama halleriyle alakalı. Masadakiler coştukça ben duruluyorum, sakin sakin biramı yudumluyorum. İlgilerini çekmenin daha iyi yolu yok herhalde: Onca aksiyonun içinde mantar gibi duran hareketsiz bir adama dönüşüveriyorum. Neden sonra fark ediyor birisi. Yanındakine beni gösterip gülümsüyor, “Bu şarkı da tam senlik bu akşam” diyor. Benlik olan şarkı Bebek’te Miami’de tur atmaktan bahsediyor. Ağzına ayamın bittiği yerdeki et kabartısıyla koyasım geliyor. Hayvan derler. Elimdeki bira bardağını kırasım geliyor. Elim kanar, üstüm batar. Kafama çalsam bardağı, minimum hasar. Bunu da bir yerlerden hatırlıyorum, vazgeçiyorum. Masanın bol bol dersten çakanı, haliyle en “havalı” olanı başlıyor beni göstererek anlatmaya: “Oğlum biyokimya uygulamasında hoca geldi, bunu neredeyse öpecekti, sorduğu tüm soruları bildi öküz. Hoca bi’ de dönüp masaya ‘Çalışanın hali nasıl da belli’ falan diyor.”
Amiyane bir tabir var bunun için, kullanıp hayvanlaşmak istemiyorum, masanın taşak oğlanı oluyorum. (Kullandım mı ne)
Kalkıyorum erkenden, yasımı yaşamalıyım.
Yine en “artiz” adımlarımla geçiyorum İstiklal’i. Dolmuşla gitmek istiyorum, akbil falan bozar bu artiz havayı.
Dolmuş sırasına gelirken kafam tekrar dikilmiş, saçlar rüzgarda savrulur vaziyette. Benimle beraber durağa yanaşan dolmuşa doğru hareketleniyorum ağır ağır. Tam elimi kapı koluna atmışken –ki sinema tarihinde ben görmedim böyle bir kapı kolu tutuş, on numaraydım lan- arkadan kaba, hırıltılı bir ses geliyor, “Birader! Hüoop! Sıra var sıra!”. Kaçıncı bozgun oluyor bu akşam akşam, bilmiyorum…
Nihayet oturduğum semtteyim, bir kuruyemişçiye girip ayçekirdeği aldım kendime. Evime girdim, soyundum. Don atlet oturuyorum, çekirdek çıtlamaktan dudaklarım sızlar vaziyette. Sevgiliden kalma diyet kola var evde, ona yumuldum. Ayaklarımda kısmi bir üşüme, artık kombi yakmıyoruz, yerler soğuk, çorap da tabandan delik… “Parmak uçlarım sıcacık” deyip kendimi avutasım var.
Kendi kendime bile kaybedemiyorum lan! Ne çeşit bir trajedi, anlamadım.
Diablo ile tanışan Acun* misali elim kalkıyor havaya hafiften: “Aaabi şaka mı bu?”

*: Youtube'de ara okur, Diablo ve Acun anahtarları ile ara.

Eski Yaz Hikayeleri vol.7: Vahşi Bir At Olamadım

Bir hödükle vahşi at arasındaki farkı bilir misiniz? Bir hödük olmakla vahşi at olmak arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu bilir misiniz peki? Ben söyleyeyim, en azından ikinci soruya cevap vereyim. O çizgi çok kalın, hani her insan evladının kolay kolay geçemeyeceği kadar kalın aslında. Geçebiliyorsa eğer adam o çizgiyi, uğraşmayın, yontamazsınız. Kendimden biliyorum.

Yaz vakitlerini hiç sevmedim; hele ki okulda geçen yazın o ilk günleri... Çok sıcak. Tiril tiril giyinmiş insanlarla yarışabilmek imkansız. Yani aslında baştan klasman dışı kalan kuşaktanım denebilir. Daha ufakken evde annesinin uzattıklarını beğenmeyip çekmeceleri karıştıran, hızını alamayıp annesinin ya da babasının dolabına musallat olan küçük artistlerden olamadım ben. Burnunu annesinin tüm uyarılarına rağmen gömleğinin, kazağının koluna silen çocuklardandım. Bakıyorum da 25 senede çok fazla şey değişmemiş.

Öyle kantinde falan ılık bir meltem gibi kızların suratına suratına çarpamadıktan sonra yazın neyini sevecektim ki... Sıcak, bulantı, bunalım... peh.

Ama o yaz farklıydı, hissediyordum. Bir yerlerden kulağıma kuşlar alt dönemlerden bir kızın ismini fısıldamışlardı. Gururum okşanıyordu inceden. Ilık bir meltem olamasam da birilerinin gözünde soba zehirlenmesine sebep olacak türden bir lodosu çağrıştırmıyor olmak güzeldi. Ama gözüm başkasındaydı; modern çağın ruhu, Tom Robbins'in anlatmak istediğini anlamak senelerimi alacaktı: "Mükemmel aşkı yaratmak yerine vaktimizi mükemmel aşıklar arayarak heba ettik."

Başka bir kız vardı, evet. Pek özgüven patlamaları yaşayarak "Bak kuzum, izdivacına talibim ey burnunua meftun olduğum" deyip kız tavlamaya çalışacak cinsten bir adam değildim; yani o küçük ayrıntıyı öğrenene kadar. "Birisi beğenmişse diğeri neden beğenmesin" sorusu kafamı sürekli meşgul eder olmuştu. Hali hazırda erkek dediğinin kapasitesi belli, ereksiyonuyla dengesini aynı anda muhafaza edemeyen bir cinse mensup gencin bu şartlar altında doğru kararlar verebilmesi mümkün değildi doğal olarak.

Küçük sanrılar git gide büyür böyle durumlarda. Bir kez göz göze gelmeye görsün adam, "Tamam abi işte, hatun da beni kesiyor, tamamdır, biraz da ağırdan sattım mı kendimi, ohooo daha n'olsun kanka"... Yankılanır durur kafada.

Gözümüzü planlar dünyasına açmış veletleriz bizler, hep planımızın olması gerekir. Hesapsızca, dürtülerimizle bir şey yapmayı bırakalı çok oldu, beynimizde bir korteks gerçeği var hani. Kelime anlamı bile kabuk olan bir yapıdan ne medet umulur aslında ya yine de yeni kodlar böyle emrediyor. Planlar, stratejiler...

Birkaç gece boyunca yaptığım hesap kitaptan sonra standart bir kızın gönlünün anahtarının "kuul"luktan geçtiğini buldum. Yani tanımlamalar karışıktı, "babyface sevmem" ile "ay o ne mağara adamı gibi"nin ortasında uzlaşmak istemiyorlardı. "Çok inek bu ya, konuşulmaz bununla" ve "Ay o çok fırlama bir adam, ayakta uyutur kızım seni" arasında da makul bir nokta yoktu. Yumdum gözümü ben de, verdim "kuul" havasını beline beline... Vahşi bir at gibi olmalıydım, yelesi rüzgarda ahenkle dalgalanan vahşi bir at... Okulda sürekli odun yutmuş gibi geziyordum artık, daha kral giyiniyordum, göz teması kurmuyordum kimseyle. Sadece bazen hatuna bakıyordum, göz göze gelir gelmez de gözlerimi hafifçe devirerek "Sıkıcı oldu buralar ya, yeni heyecanlar lazım bize abi"yi salıyordum ortama...

Sonra bir gün, okulların kapanmasına birkaç gün kalmışken, hani rezaletin kıyısından dönmeyi sadece üç beş günle kaçırırken bir şey oldu. Kıza bakarken birden ayaklandı kız, bana doğru gelmeye başladı. Ellerim titremiyordu, "kuul" olmalıydım, "kuul"dum ben, sabit durmalıydım, kız yaklaştıkça ben arkadaşlarıma doğru dönüyordum. Kız yaklaştıkça daha yüksek sesle konuşuyordum, daha da yüksek, gırtlağım patlarcasına konuşuyordum resmen, kız yaklaştıkça topuklarımı götüme vura vura kaçasım geliyordu ama ben "kuul" olmalıydım.

Omzuma dokundu kız, dönmedim hemen, vahşi bir attım ben, kolay lokma olmazdım, bir daha dokundu, bu sefer dönüp "Ne vardı?" dedim. Hayatımın karabasanı tam da üzerime çökmek üzereydi ya, atmosfer uygun olsun diye bir bulut bir anlığına güneşi örttü, kız da açtı ağzını yumdu gözünü "Ay gerizekalı mısın sen ya!!! Ne bakıp duruyosun öyle yaa! Hayır bir dahakine erkek arkadaşım kıracak ağzını yüzünü, o olacak, başımıza bela mı olucan sen yaa!"

Bol ünlemli "yaa" içinde kalmıştım, ne yapacağımı bilemedim, keşke bağırmadan efendi gibi derdini anlatsaydı diye düşünüyordum, çekerdi kenara "bi' dakka gelsene birader" diye, anlatırdı yani, ne var bunda bu kadar kızacak canım...

"Sana öyle gelmiştir, bakmıyorum ben sana falan" dedim. "Ay hala artistlik peşindesin gerizekalı yaa!! Sakalındaki ketçabı sil de sonra konuş sen avanak!" deyip döndü kıçını, uzaklaştı.

Daha ne kadar kötü olabilirdi ki... tutunacak dalım, sığınacak kıyım yoktu sanki, dipsiz kuyularda ipsiz kalmıştım adeta...

Kütüphaneye doğru koştum. O alt dönemdeki hatun arkadaşlarıyla hep orada takılırdı, koştum, kan ter içindeydim. İçeri girmemle alt kata inen merdivenlerden kızınve arkadaşlarının çıkıp köşeyi dönmesi bir oldu, arkadaşı "boşver hödüğün tekiymiş zaten artist, üzülme" diyordu kıza.

Hiç şüphem yoktu, o hikayedeki hödük bendim, hödüklükle çekici bir vahşi at olmak arasında fersahlarca kalınlıkta bir çizgi vardı ve ben o çizgiyi aşmayı başarabilen nadir insanlardandım.

Eski Yaz Hikayeleri vol.5: Çeşme

Biz çok şanssız bir nesiliz.

Artık kamışa yürüyen suyun basıncından duramaz hale geldiğimiz yaşlardaydık. Ailelerin olmadığı bir tatil geçirmeye karar verdik beş arkadaş. Allem ettik kallem ettik derken aile efradından izinler alındı. Ne yazık, hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye bu kadar hevesli oluşumuzu ilerleyen yıllarda gülerek hatırlayacaktık.

Daha yola çıkmadan birkaç gün önce başlıyordu talihsiz serüvenler dizisi. Aileyi tatile yolladıktan sonra evi boş bulunca özgür tatil tayfasını çağırdım. "Birada yeniyiz" falan demeden deve yüküyle bira sırtlandık marketten. Balkon serin balkon güzel lakin bira kızların hali hazırda ortamda yoklarken sadece isimleri geçtiğinde bile kanın büyük kısmını penise pompalatabildiği o yaşlarda adamı çarpıyor. Süngerleşmek de yaşla oluyormuş, dipnot olarak düşeyim.

Ilk kafayı bulan Deniz oldu. Patlatılan komik bir ayrıntıya gülmek isterken koca kafası hızını alamıyordu, adeta Deniz'den ayrı bir organizma gibi hareket ederek yanına çöktüğü duvara çarpıveriyordu yuvarlanan bir yumurta misali.

Deniz bayıldı. Tokat falan kesmeyince soğuk suyla ayılttık. Evlere dağılma vakti gelmiş demekti bu küçük çaplı felaket. Deniz'i beraberce eve götürdük.

Kapıyı Ekrem Amca açtı. Deniz'in alnındaki şişliği görmemesini umuyorduk ama şansımız o akşam hiç yaver gitmemişti. Daha kötüsü ise Deniz'i teslim ederken tatil tayfasında olmayıp o akşam bize katılan Onur'un Ekrem Amca'nın elini tokalaşır bir vaziyette kavrayıp kulağına eğilerek yarı özür yarı nasihat şeklinde çocuğun üstüne fazla gitmemesini söylemesi olmuştu. Bu kadar da sarhoş muhabbeti fazla değil miydi?

Ekrem Amca'nın Deniz'i yollamaktan vazgeçmemesi büyük jest oldu.

Birkaç gün sonra yola çıktık. Seçtiğimiz yer Çeşme Ilıca'ydı. Otobüs pek keyifli, feribotta kız kesmece oynamak çok eğlenceli. Ama küçük bir "spoiler" vardı o akşam, biz anlamadık sadece.

Çeşme'ye vardığımızda pansiyon pansiyon gezip, emlakçı emlakçı dolaşıp cepleri kalacağımız yere boşaltmamız gerekeceğini fark ettiğimizde ilk şoku yaşadık. Biz o sene kazığın büyüğünü magazincilerden yedik.

Envai çeşit gece kulübü çadır şeklinde diskotekler açma modası başlatmıştı ve magazin gazetecileri de aynı süreçte in-out kelimelerini öğrenmişlerdi. Ilk kez ve o yaz en fazla kullanılan sözcükler "Çeşme in-Bodrum out" oldu. Fiyatlar da tavan yaptı haliyle.

Nihayet beşimiz için de birer yatağın olduğu bir ev bulduk. Cepleri boşalttık ve makarna -ketçap moduna geçtik.

Markette sadece makarna ve ketçap alıyorduk, çok fazla makarna vardı sepetimizde; daha da çok olmalıydı, sadece makarna olmalıydı, makarna iyiydi, besleyiciydi, tok tutardı, makarna candı ciğerdi...

Kendimizi plaja atabilmiştik nihayet. Beş sap yan yana serildik, biraz denize girdik. Gözlerimiz akran karşıcinslerimizin üzerindeydi. Ama bir bakış bile yakalayamıyorduk. Olmuyordu. Akşam masaya yatırılması gereken bir mevzumuz vardı artık.

Sahi lan, kızlar neden bakmıyordu bize? Dışarı çıkmadan evvel buna bir çözüm bulmalıydık. Pascal olmaya gerek yok, beşli grubu dışarı çıkarken iki ve üç kişilik gruplara böldük. Bizde hiç kabahat yoktu çünkü, kalabalıktık, her birimiz için diğer odunlar potansiyel kızsavarlardı ve yalnız takılmalıydık. Biz aslında süperdik de kalabalıktık.

Hiçbir şey değişmedi sevgili okuyucu. Günler günleri kovalarken biz hep sap başımızaydık. Çok makarna yiyorduk, gece çıkarken Musa adlı bıçağımızı alıyorduk, halı saha yapacak adam bulmuştuk ve halı sahadan kilometrelerce yürüyerek dönüyorduk eve taksi paramız olmadığından. Lunapark'ta önce kazandırıp sonra kaz yolar gibi adam yolan oyunlarda da olan paramızı kaybediyorduk, jet-ski kiralamanın hayalini kuruyorduk ve bunları hep sap başımıza yaptık, evet.

Tatilin sonuna yaklaşırken bir yat gezisine katıldık. Hani şu 20 liraya bütün gün gezdirenlerden falan...

Çağdaş bütün tatilin acısını çıkaracaktı. Çağdaş kararlıydı. Çağdan çoktan Nazım'ı, Fırat'ı, Deniz'i, Tolga'yı gerisinde bırakmıştı, Çağdan bir hatun görmüştü.

Ama nasıl olacaktı? Aklına bir fikir geldi Çağdaş'ın. Biz artık sadece izleyiciydik. Çağdaş kızın oturduğu yere yaklaştı. Elinde gazeteler vardı. Kızın gazetelerden birisini ödünç isteyebilme ihtimalini sevmişti Çağdaş. Kız ikisinin arasına konmuş gazetelere kaydırdı bakışını. Galiba olacaktı bu sefer.

Ama biz geride dört kişi olmalıydık? Kim eksikti? Kim kayıptı?

Tolga'yı Çağdaş ile kızın oturduğu yere yaklaşırken gördük, Tolga elinde bir sigara ile o tarafa doğru gidiyordu. Tolga'nın her adımı Çağdaş'ı daha da geriyordu.

Tolga ikilinin arasındaki gazetelerin üstüne, tam da ikilinin arasına ıslak şortuyla şap diye oturuverdi ve kıza dönüp "Pardon, ateşin var mıydı?" diye sordu.

Biz o tatili en azından birimizin muzaffer bir edayla sırıtarak bitireceğine çok inanmıştık, olmadı, olamadı.

Hayat acımasızdı, erken tanıştık bu gerçekle.

On sene sonra bu kez Çeşme Sheraton'da buluşmak için sözleştik. Şeytanın bacağını kırmak için geç kalma ihtimalimize karşı bu kez Sheraton'da olacaktık, evet.


*Ne yazık, bu hikayedeki Ekrem Amca ve Tolga göremeyecek bu buluşmayı. Muhtemelen buluşma da olmayacak. Huzur içinde uyuyun.

Eski Yaz Hikayeleri vol.3: Bir Zamanlar Bütünlerken

-Kahve de bisküvi de bitmiş lan, çıkıp almak lazım…
-Çıkarız, benim işim var önce ama, yarım saate halletmiş olurum, arar gelirsin.
-Tamam, ancak duş alıp hazırlanırım zaten.

Ağır adımlarla indim aşağıya. Taş koridorlar bomboş, okulun bir nefesi var ve bu boşlukta çok daha net duyuyorum şimdi ciğerlerinin hareketlerini. Dışarıda fazla güneş var bir akşamüstü için. Kötü vakitler bunlar.

Bütünlemelerle uğraşıyoruz iki arkadaş; ben ve Onurcan. Benim nasıl kaldığım belli değil, seneiçi ortalamam fena değildi de derslerin yıllık oluşu korkutmuştu sanırım, çalışmamıştım. Zaten mühendisliği sevmiyordum.

Onurcan istediği yerde olmakla beraber etüt ağabeyliği yaptığımız o yıl içinde düzensizliği düzen bellemişti. Yattığı yer saçmaydı, kalktığı saat saçmaydı, gittiği ders saçmaydı. Bir dersten kaldı o da…

Bombok günler, evet. Yineleme ihtiyacı hissettirecek kadar bombok. 2006 haziranı, Almanya’da dünya kupası maçları oynanıyor. Biz izleyemiyoruz. Etüt ağabeyliği yaptığımız lisede çocuk falan kalmadı, bir tek biz, yemek yok o yüzden. Bütün günü bisküvi-kahve ikilisiyle geçiriyoruz. O kadar ki bisküvi ve kahvenin bittiği ilk sefer nasıl paniklemiştim, gözlerim karardı, ağzımdan kesik kesik “bitti lan bitti lan” gibi kelimeler dökülüyordu.

İşte yine bitmişti. Çok çabuk bitiyordu, çok fazla bitiyordu.

İstiklal ishal olmuş bebek kıçından daha beter bir haldeydi. Bu kadar insan, necaset, dışkılama.

4 gündür üstümü değiştirmemiştim… Hemen yanlış anlamayın kuzum, duş alıyordum elbette, ama üstümde hep aynı tişört ve şort; yatarken, çalışırken, kalktığımda… Zaten artık çok fazla yatmıyorduk, kahve ömrümüzü bellemekteydi. Gözlerimizin altında yumruk gibi torbalar.

Yürürken bardak ve çay kaşığı da almak gerektiğini düşündüm. Küf tutmuştu bulaşıklarımız, kirliydiler ve yıkanmadıkları için ilginç bir mini-flora halini almışlardı.

Birkaç saat evvel duş aldığımdan terlik hala ıslaktı, o zamanlar İstiklal’de sürekli oyuklar, delikler, toz toprak. Güzelim döşemeleri söküp yerlerine abuk taşlar koyuyorlardı.

Ayaklarım çamur oldu, evet. Yaz günü, ortada bir damla yağmur yokken ayaklarımda çamur vardı. Öyle boka batmış gibi değildim ama vardı işte, yapışmışlardı ıslak terliklerime ve ayaklarıma.

İşte oradaydı. Elinde dergiler. “Hadi ama” diyordum içimden, “sen bu değilsin canım, hadi ama”…

Bana bakıyordu, yanına yaklaşıp selam verdim. İlk söylediği şey “almak ister misin” oldu. Almayacağımı biliyordu. Neden dedim. Arkadaşları oradaydı, üstelik sürekli bir hareketlilik eylemlilik hali vardı. Fazlası gerekir miydi? Bana bunları söylemedi. Tercih meselesi gibi afaki bir şeyler yuvarladı.

Dizlerimle ağzına girişesim vardı, kadındı ama nihayetinde, hem İstiklal’in ortasında… Üstelik “şiddete hayır” diyorduk.

“Görüşmeyiz herhalde artık” dedim, “Evet” dedi. Döndü yavaş yavaş, uzaklaşıyordu, dergileri yine yukarı dikmişti.

Dişlerine dirsek atasım vardı ama yapmadım, insan nihayetinde, canı yanar. Öyle etrafındaki örgütlü arkadaşlarından korktuğum için değil, insan lan, yazık…

İşte yine bitmişti. Çok çabuk bitiyordu, çok fazla bitiyordu.

Arkamı döndüm ve Onurcanla burun buruna geldik, anlamış olacak. Sırıtıyordu. Neden güldüğünü sordum.

-Kıçında sapsarı ter izi var lan götünün hatları boyunca…

Öylece kalakalmıştım. Arkamı döndüm, o da bana bakıyordu, dergileri indirmişti, o da sırıtıyordu.

Onurcan dönmüş giderken günlerdir giydiği eşofmanla dışarı çıktığını gördüm. Salak nasıl becermişse, onun da kıçında diş macunu lekesi vardı. Gülmeye başladım. Herkes sırıtıyordu ya, ben onlara inat kahkaha atmaya başladım. Dönüp yanıma geldi Onurcan, “Niye gülüyon lan?” diyordu. Söylemedim, deli s.kmiş gibi gülüyordum. En sonunda önce sol yanağıma sonra da sağ yanağıma bir tokat yedim, sakinleşmiştim.

Markete gitmeden önce bir fast-food salonuna girip en büyük menüden ikişer tane söyledik, 3 tane köfte vardı her bir hamburgerin içinde. Kişi başı 25 lira gibi bir şeyler ödedik. Evlat acısı gibi, hala nah şuramda taşırım, nah!

Markete girerken bardak ve çay kaşığına da ihtiyacımız olduğunu söyledim. Onayladı. Anormalliğin sıradanlaştığı şu hayatta o kadar bayağılaşmıştık ki sepetimizde kahve bisküvi, süt tozu, mısır gevreği süt ve biraz daha bisküvi vardı. Bardak ve de çay kaşıkları tabii.

Ödeme yapılacağı vakit cüzdanı yanıma almadığımı söyledim ona. Tüm parayı da hamburger ve patateslere bırakmıştım. Bana baktı, “Hay ben senin” ile başlayan envai çeşit sinkafı sıraladı sonra. Yüzünden görünüyordu, dizleriyle dirsekleriyle dişlerime vurmak istiyordu, alnımın çatında bir çukur açmak istiyordu. Dişlerimin leblebi gibi ağzımda dönmesini istiyordu.

İnci gibilerdi ama onlar, kıyılır mıydı hiç! Kıyamadı. Dişlerim süperdi lan sahiden.

“Liseye döndüğümüzde üstümü değiştirdim.” Ben bu cümleyi kuramayacak kadar bayağıydım. Kıçımdaki terli şortla bir süre daha yaşadım. Sınava da onunla gittim. Dersten geçtim. Yine de mutluyduk evimize dönerken. Gözaltlarımızdaki torbalar, parmak kenarlarındaki yaralar, yanlardan açılmaya başlamış saçsızlaşan kafalar.

Hem o kadar kahve içerken dişlerimin sararmaması mümkün müydü, sarı dişler…

Peki o gün Onurcan neden bana diz vurmadı?

Eski Yaz Hikayeleri vol.4: Düğün

Yaz gelmişti yine, doğulu bir ailenin ferdi olarak onca derde bir de düğün sezonunun açılışını eklemiştim. Öyle havaya kurşunlar sıkarak, günler ve geceler boyu tepişerek kutlanmazdı bizde evlilik ve sünnetler. Fakat raconu vardı elbet. Kına gecesi olurdu muhakkak. Bir sokakta, kahvehanede, bir dernek lokalinde, bir yerlerde işte.
Yemeklidir kına geceleri, gençler dağıtır yemekleri. Ayran ve etli bulgur pilavı verilir genelde. Benim beceriksizliğim ortada da yiğitliğe bok sürdürmeyeceğim ya, en önde ben atılıyorum tüm işlere; “Haydi abicim, uzat şu tepsiyi”… Senin neyine lan o tepsi, kıçımdan terler akıyor dökmemeye çalışırken. Açık alan neyse ama kapalı mekanlarda bir de sandalyelerin arasından geçerek dağıtmak lazım yemekleri. Hem bir tabağı hızlı bir şekilde yukarıdan masaya indirmek kadar zor bir şey görmedim… İlla ki belli bir eğimle inecek ya masaya, dökülmemesi ihtimali yok.
Düğün kına gecesini takip eden gün yapılır genelde. Bu kez kurtuluş yok, bir salonda yüzlerce insan. Korkunç bir ses düzeni. Amatör salon müzisyenlerinin tizleri ayarlamaktan aciz, ellerinde oyuncak ettikleri ses sistemiyle kafaları becermeleri. Katlanılır gibi değil. Kısacık bir süre susunca org, hemen takı töreni. Uzun uzun sayılan isimler. Kimden kaç para geldiğinin ilanı. Uzaktan akrabaların fonda zarf arayışı ve mikrofonda “bir miktar para” ile anılmaları.
Sonra davul zurna, şanslıysak klarinet. Bitmek bilmiyor, bütün şarkılar potpori, bir düğünde doğunun bütün müzik mirasını kullanılıyor.
Kuzenin düğünü. Buraya kadar aynı senaryo. Fakat buradan sonrası unutmak istediğim türden. Akrabaların hepsi annemin önderliğinde gayet ısrarcı bir şekilde üzerime geliyor. “Kalk, halay çek.” Ben halay çekmem. Çekmedim daha önce, çekmeyi sevmem. Talihsizlik bu ya, ailenin hepsi pek meraklı bu halay olayına.
Halayı tanımayan basit bir tepişme olarak bilir. Şimdi grevlerde çekilen halaylar, eylemlerde çekilen halaylar… bunlara girmeyeceğim. “Düğün salonlarında ne olacak ki lan halaydan” dediğinizi duyar gibiyim.
Halay çekmek en önemli sosyalleşme yollarındandır. Kız ya da oğlan halaya katılır, beğeneni de hemen yanına giriverir. Beğenilen kişi kaçarsa iş yaştır. Aksi durumda ise o düğünden bir yıl kadar sonra bir düğün daha olacak demektir.
Düğün gecesinin sabahını anımsıyorum, annemin duygu sömürüsü, “Bir kere de adam gibi göreyim seni, takım elbise giy!”… İtiraz ediyorum ya işlemiyor, gayet kararlı.
Şimdi halay diye üstüme geliyorlar, bahanem hazır, “Sıcak, üzerimde ceket, boynumda kravat… Oynayamam böyle…” Annem canhıraş, atılıyor, çıkarıyor kravatı boynumdan. Arkamdan teyzem yapışıyor ceketime. Güç bela giydirdiklerini halay aşkına çıkarıyorlar. Ne aşk be!
Bu kararlılıkla ve halay aşkıyla devrim yapabilirdi o kuşak, yapamadılar.
Kuzenlerin arasına giriyorum, iki ileri, topuk yerde, iki geri… Sırtım su içinde, aklımda bin sinkaf. “Ne işim var lan benim burada, CNBC-e izleyip caz dinleyen, Radikal okuyup film festivallerini takip eden bir adamım ben”… Şaka lan şaka, ciddi değilim, yüzümde 32 diş, tekmili birden görünüyor sırıtırken.
5 dakika sonra hemen çıkıyorum aradan. İzlemeye devam ediyorum. Kuzenlerden birisi karşı taraftan bir kızın yanına kaykılıveriyor. O sırada halay başı çoşuyor. Oyunu Erzurum işi çepkeye bağlıyor.
Ne bağnazlık, aman yarabbi!?! Araya siyahi hiphopçu zibidilerden apartılmış birkaç hareket serpiştirmişler gibi, dirsekler ileri geri, ayaklar Jamiroquai’in Jay Kay’inin ayakları misali bir sağa bir sola çaprazlanarak hareket ediyor. Derdimi anlatacak kimsem yok, hakir görüyorum onları, “Jay Kay’i tanımazlar” diyorum, “binlerce şapkası olan o güzel insanı tanımazlar” diyorum. Tamam lan tamam, bu da şaka... Sokayım Jay Kay'e, zaten ayağını da burkmuş...
Tepiş tepiş tepişiyor gençler. Ailenin yaşlıları kalktı mı saygıdan yıkılacak gibi oluyorum,o ayrı. Yıkılmayacak binalar gibi dimdik, ağır hareketlerle çekiyorlar halayı. Ama şu gençler yok mu! Kızlar topuklularıyla ayak uyduramıyorlar. Kuzenin yanındaki kız da kaçıyor haliyle… Kuzen şaşkın, kestiremiyor sebebi, kendisinden mi yoksa çepkeden mi kaçmıştı kız. Şaşkınlık yerini halaybaşına duyulan öfkeye bırakıyor ve yüzünde “Seni bir yakalarsam ağzını yüzünü kırıcam, meymenete bak hele, meymenetine sıçayım senin” bakışları hasıl oluyor.
Salonun büfesine doğru topukluyorum, orası daha elit insanlarla dolu olabilir belki. Peh, sanki benim götümden damlayan ter fransız burjuvazisinden miras...
Gördüklerim karşısında kanım donuyor. Nefes alamıyorum. Kesif kokulu bir ortam, herkesin önünde bira ya da üçüncü kalite viski. Sigara dumanı sabitlenmiş gibi, hareket etmiyor, öylece baş hizasında duruyor.
Yaşları daha büyük buradakilerin, amca dediklerim… Birisi yakalıyor beni, “Oo doktor bey, gel bir biramızı iç, biraz anlat bakalım” diyor. Kaçmak için bahane arıyorum, bulamıyorum. Oturuyorum yanlarına mecburen. Hemen bir bira konuyor önüme. İçiyoruz beraber. Okulu soruyorlar, hayatı soruyorlar, kaç yılım kaldığını, ileride ne doktoru olacağımı soruyorlar. Sonra hayatla ilgili bir sürü şey anlatıyorlar, tavsiyeler, öğütler...
Bir boş kalkarken yerini bir dolu bardak alıyor hemen. Yavaştan başım dönmeye başlıyor, garip bir gülümseyiş oturuyor yüzüme. Kalkıp halay çekmeye gidiyorum.
Koyveriyorum kendimi, güzel üniversite ortamıma küfrediyorum, insanlara lanet okuyorum, “Back to roots oldum lan” diye mırıldanıyorum. Kendime de küfrediyorum sonra.
Götümü geniş geniş yaymış yazarken ekleyesim geliyor şimdi: sülale havası iyidir, seviyorum lan çekirdek aileden daha kalabalıkça olmayı... Tüm bunlar sadece şaka; dalga geçiyorum. Geçmeyeni de vardır herhalde, değil mi?

Eski Yaz Hikayeleri vol.2: Değişikliği Hiç Sevmem

Sıkıcı bir okul günü. Küçük bir yokuşun sonunda fakülteden dışarı atıyoruz kendimizi. Benim aklımda planlar; sırtımdan damla damla terler yuvarlanmaya başladığı vakit beceremediğim şeylerle ilgili yaz planları kurmanın vakti gelmiştir, bunu bilirim.

Trafiğin pis saati, yavaş ilerliyor arabalar; yanımda arkadaşım, kafamızda dekor misali uzadıkça kıvırcıklaşan saçlar, arabanın camından dışarı sarkmış bir piç. Reklam piyasasının biz kıvırcık saçlılara en ekşi armağanı… Tam da “ abi” deyip giriyorum lafa, piç bölüyor önümüzden geçerken, “bonus kafalar, bonus kafalaaar”…

İnceden dağılıyorum ben, gülsem mi yoksa iki balta, biraz daha sempatik görünmek uğruna katlandıklarımıza kızsam mı bilemiyorum. Veriyoruz kendimizi işin kritiğine. Dostumun pek benimle paylaşası yok işin kaymağını, “oğlum kıvırcık olan benim lan, sen ne alınıyorsun ki”…

En iğrenç kıvamını yakalamışım saç denilenin, ne kıvırcık ne düz; bir garip dalgalanmış, durulamamış… Hak veriyorum içten içe ama yine de ona karşı ucunu bırakmam, “oğlum çocuk çoğul konuştu lan, yani tekil de diyebilirdi ki… demedi ama lan işte”. Peh…

Kısa bir süre susuyoruz. Önce laf finallerden açılıyor sonra haliyle yaz tatilinden konuşmaya başlıyoruz. Daha doğrusu ben anlatıyorum o dinliyor. Kendimi kollarına atacağım yaz aşklarım, mağrur maşuk halleri… Bekle beni Akdeniz, sana geliyorum…

“Oğlum” diyorum, “bu yıl bildiğin gezerim lan ben. Dersler falan kral, ortalama iyi, bunca yıldır adam gibi tatile de gitmemişim. Bir yerlere kaçarım, sabahları denize girerim. Biraz musiki sonra, akşamları güzel bir yerlerde balık ve rakı… o kafayla şahane de yazılar çıkarırım. Sabahları koşup kilo da veririm lan, bakarsın güzelce bir kız da tavlarım, tatili tatlı oynaşlarla taçlandırırım.” Bana bakıyor garip garip, “Olur abi, neden olmasın” diyor. Suratında benim adıma hissettiği üzüntü, hafiften “kerizimin hayallerine bak” duruşuna karışıyor. Burnuyla dudaklarını aynı hizaya sokasım geliyor.

“Acıktım, şurada iki dürüm atalım” önerisine olumlu karşılık verip iddialarımı, planlarımı temellendirmeye çalışıyorum. “Niye olmasın ki lan, parayı verip pansiyonda kalıyorum, akşam yürüyüp sabah koşuyorum, yazımı yazıp yatıyorum. İlla ki güzel birileriyle tanışıp gezerim de… Benden iyisi mi var lan!” “Abi neden olmasın diyorum ya zaten, olur yani, sen istedikten sonra”... Harbi dağıtıcam ağzını burnunu ya, arkadaşlık hatırı var.

Dürümcüden çıkıyoruz, sessiz bir yürüyüşten sonra ayrılıyor yollarımız. Evime giriyorum, havasız kalmış, benimle beraber yaşayan iki adam daha var ve pencereleri açmayı sevmiyorlar; düşünün ki etrafımda ne kadar çok adam olduğunu her defasında evdeki kesif erkek kokusuyla yüzüme çarpıyor hayat. İntikamımı almaya kararlıyım ama, “Olacak bu yaz, bu yaz hayal edilmeli biraz”, kafiyeli düşüncelerim. Balkonun kapısını açıp yatıyorum. Odaya oksijen doldukça tatlı tatlı dönüyor aklım, Zerrinler, Zeynepler, Alaralar akıyor gözümün önünden, bikinileriyle… Sahilde oturmuşuz, tepede güneş, yanı başımız deniz, dibimizde altın sarısı kum, ortamızda harıl harıl alev. Sıcak lan, kan ter içinde kalıyorum, çok sıcak… Güneş, ateş, sarı saçlar, kızgın kumlar…

Derken uyanıyorum soluk soluğa, ne çeşit bir kabus bu?

Arkadaşımın evinde kalmışım gece, içmişim belli ki, yatak sırılsıklam terden. Misafir olunan evde yatak takımını kullanılamayacak hale getirmek… daha çok kıvrandığımı hatırlamam. En sonunda çarşaf, pike ne varsa katlayıp yere atılan döşeği de kat kat edip bir araya topluyorum, arkadaşımı ve sevgilisini uyandırmadan kaçıyorum evden.

Otobüs durağına çıkarken apış aramda bir sızı fark ediyorum. Evdeki gerginlikten kurtulunca ağrıydı sızıydı hepsi veriyorlar kendilerini bana vurmaya. Pişik olmuşum. Ayağımdaki sandalette de garip bir kayganlık var, kaldırıma çöküp çıkarıyorum sandaleti, küçük bir parça domates kabuğu görünce üzerine kusulduğunu anlıyorum, sanırım ben yaptım o işi de… Eve gitmek için Taksim’den bir kez daha otobüse binmem gerekecek ve beklemelerle beraber yaklaşık 2 saatlik yolu pişik olmuş, terlemiş, üzerine kustuğum bir sandaletle eve ulaşmak zorunda kalmış olarak almalıyım.

Otobüste en arka köşeye geçiyorum, hafta içi öğle öncesi saatleri… Kimse yok otobüste, bir kabus daha yaşamaktan kurtuluyorum.

Eve gidip içeri giriyorum, açlıktan bitik durumda… Her sabah aynı kahvaltı: karpuz, domates, üzüm, peynir. Değiştirmiyorum menümü. Her akşamkinden farklı bir şeyler yediğimde kendimi pişik olmuş bir vaziyette bok içinde buldum.

“Değişikliği hiç sevmem zaten, iyiydim ya, takıldım evde mis gibi” dedim arkadaşıma geçirdiğim yazı anlatırken. Bir kez daha becerememiştim. “Güzel abi” dedi,. Artık vakti gelmişti, ilk kez birine yumruk atacaktım.

Eski Yaz Hikayeleri vol.1: Ekmek Parası

Her salı muhakkak pazar yoluna vuruyoruz kendimizi. Genelde ev arkadaşlarımdan biriyle beraber gidiyorum alışverişe ama bu kez yalnız çıktım. Ufak huzursuzluklar vardı evde. Kimin ne iş yaptığı belli değildi. Herkes en çok kendisinin çalıştığını iddia ediyordu ama ne hikmetse eve yapışmış t.şak kokusu ve boktan görüntü bir türlü yok olmak bilmiyordu. Evet, kadın-erkek ilişkilerindeki o alışkanlıklardan kaynaklanan tatlı huysuzluklar yoktu, ayrılmak falan gibi kelimeler geçmiyordu, geçemiyordu. Hep adamdık, hepimiz adamdık ve ayrılma tehdidinin hiçbirimiz üzerinde işe yaramayacağının farkındaydık.

Bu şekilde tartıştığımız bir gün kızıp “Ben giderim lan pazara, dokunmayın bulaşığa, dönünce onu da yıkarım.” dedim. Demez olaydım, ikisi de götünü dönüp televizyon izlemeye devam ettiler. Ben “Tamam kardeşim, arkadaşım, hallederiz iki dakikada.” tavrı beklerken onlar “Halletsin keriz, posta koymayı biliyor.” tadında bir sırıtışla oturuyorlardı. Mecburen çıktım evden.

Adımlarımı sürüye sürüye gidiyordum. Güzel döner kokuları geliyordu. Cebimdeki üç beş kuruş parayla leziz bir ziyafet çekip evden ayrılmayı düşündüm. Ama nereye gidecektim? Finaller de dayanmıştı kapıya. Mecburen vazgeçtim yemekten.

Artık tanış olmuştuk pazar esnafıyla. Hep aynı insanlardan yapıyorduk alışverişimizi. Öğrenci olduğumuzu da biliyorlardı. Ne iyi insanlardı şu pazarcılar. Her defasında poşeti tartıdan alıp bize uzatırken içine tezgahtan iki üç parça bir şeyler atarlardı, “Gençsiniz, yersiniz” derlerdi. Malın da iyisini verirlerdi üstelik. Gerçi çok mühim şeyler almıyorduk, hıyar dediğinin iyisinden ne olacaktı sanki…

Ahmet amca, benim için azar azar domates salatalık falan tarttı. Sonra yine poşete bir iki parça bir şey eklemek için poşeti açtı. Önce bir iki tane domates attı. Sonra bir tane salatalık. Durmadı, kabak attı, patlıcan attı. Poşet küçük geliyordu, bir demet ıspanak sıkıştırmaya çalışırken bir yandan da “Gençsiniz, yersiniz, eve manita atıyor musunuz lan, onları da yersiniz, yiyin aslanlarım, yarasın. Benim yerime de yiyin.” gibi manasız laflar ediyordu. Durmak bilmedi, o poşeti taşıyamazdım ki ben, dur diyemedim yine de. Önümde sinir krizi geçirir gibiydi, kızardı, bozardı. En sonunda yanında çalışan oğlu poşeti kaptı babasının elinden, uzattı bana, “Git kardeşim, allah allah ya, görmüyor musun adamın halini, uza hadi uza” dedi.

Üzülmüştüm, kırılmıştım.

Alışverişi tamamlamış pazardan çıkmak üzereydim. İlerde küçük bir tezgahın önünde üç kız durmuş, dikkatle tezgah üzerindeki makyaj malzemelerini inceliyorlardı, yakından bakıyor, kokluyor, elliyorlardı. Fiyatlarını sorup birkaç parçayı kenara ayırdılar, alacaklardı galiba.

Bu noktada içimdeki doktor adayı “Sorumlulukların var lan” demeye başladı. Durmuyordu. Ben yürüyüp gitmek istiyordum ama o aynı az önceki Ahmet amca gibi sayıklamaya başlamıştı, “Tezgah altı imalathanelerde o makyaj malzemeleri bu kızlara neler yapar farkında değil misin! O cici ciltlerini bozar, taş gibi onlar oysa, sen doktor olacaksın, müdahale etmelisin, yaklaş yaklaş, gitsene lan yanlarına.”

Arkalarından yaklaştım. “Hanımlar merhaba” dedim. Sesim çok toktu. Bu tonla devrime davet etsem gelirlerdi peşimden, evlenelim desem boynuma atlarlardı. “O malzemeleri almayı düşünüyorsunuz galiba ama onlar yasal olmayan yollarla imal ediliyorlar, kanserojen onlar, cildinizi bozarlar. Almayın onları. Bakın ben doktor olucam, okuyorum, ordan biliyorum. Bizim bi biyokimya hocamız vardı, o hep anlattı okulda bunları, onları almayın.” Kızlar anlamsız anlamsız yüzüme bakıyorlardı. “Bırakın onları kızlar, bak beni dinleyin, gidin üç beş kuruş fazla verip orjinalini iyisini alın, doktor olucam ben, biyokimya hocam dediydi bunları hep bana.” deyip saçmalarken arkamdan ensemin köküne yediğim tokatla kendime geldim. Ağza alınmayacak küfürler uçuşuyordu havada, durmadan sağlı sollu yumruktu tokattı, ne varsa suratıma iniyordu.

Araya girip ayırdılar. Sonradan öğrendim ki kızlardan birinin abisiyle tezgahın sahibi beraberce dalmışlar bana.

Elimde poşetlerim, bir ayağım çıplak  -ayakkabılarımdan birisi arbede esnasında ayağımdan çıkmış- eve doğru gidiyordum. Tam pazarın çıkışında “Ekmek parası be evladım, milletin ekmek parasıyla oynamaya utanmıyor musun sen!” diye bir ses duydum. Baktım sabun, kese banyo lifi falan satan bir teyze söylüyordu bunları.

İçimdeki şeytan kaçmıştı, “Ah be güzel teyzem” deyip ellerine sayılmak istedim. Vazgeçtim. Ya yine toplum yanlış anlasaydı beni!

Kafamın içinde ekmek parası yankılanıyordu. Eve geldim. Bulaşıklara dokunmamışlardı. Gözlerini televizyondan ayırsalar yediğim dayağı fark edebilirlerdi ama yapmadılar.

Hıncımı bulaşıktan çıkardım.