3 Mart 2012 Cumartesi

Eski Yaz Hikayeleri vol.3: Bir Zamanlar Bütünlerken

-Kahve de bisküvi de bitmiş lan, çıkıp almak lazım…
-Çıkarız, benim işim var önce ama, yarım saate halletmiş olurum, arar gelirsin.
-Tamam, ancak duş alıp hazırlanırım zaten.

Ağır adımlarla indim aşağıya. Taş koridorlar bomboş, okulun bir nefesi var ve bu boşlukta çok daha net duyuyorum şimdi ciğerlerinin hareketlerini. Dışarıda fazla güneş var bir akşamüstü için. Kötü vakitler bunlar.

Bütünlemelerle uğraşıyoruz iki arkadaş; ben ve Onurcan. Benim nasıl kaldığım belli değil, seneiçi ortalamam fena değildi de derslerin yıllık oluşu korkutmuştu sanırım, çalışmamıştım. Zaten mühendisliği sevmiyordum.

Onurcan istediği yerde olmakla beraber etüt ağabeyliği yaptığımız o yıl içinde düzensizliği düzen bellemişti. Yattığı yer saçmaydı, kalktığı saat saçmaydı, gittiği ders saçmaydı. Bir dersten kaldı o da…

Bombok günler, evet. Yineleme ihtiyacı hissettirecek kadar bombok. 2006 haziranı, Almanya’da dünya kupası maçları oynanıyor. Biz izleyemiyoruz. Etüt ağabeyliği yaptığımız lisede çocuk falan kalmadı, bir tek biz, yemek yok o yüzden. Bütün günü bisküvi-kahve ikilisiyle geçiriyoruz. O kadar ki bisküvi ve kahvenin bittiği ilk sefer nasıl paniklemiştim, gözlerim karardı, ağzımdan kesik kesik “bitti lan bitti lan” gibi kelimeler dökülüyordu.

İşte yine bitmişti. Çok çabuk bitiyordu, çok fazla bitiyordu.

İstiklal ishal olmuş bebek kıçından daha beter bir haldeydi. Bu kadar insan, necaset, dışkılama.

4 gündür üstümü değiştirmemiştim… Hemen yanlış anlamayın kuzum, duş alıyordum elbette, ama üstümde hep aynı tişört ve şort; yatarken, çalışırken, kalktığımda… Zaten artık çok fazla yatmıyorduk, kahve ömrümüzü bellemekteydi. Gözlerimizin altında yumruk gibi torbalar.

Yürürken bardak ve çay kaşığı da almak gerektiğini düşündüm. Küf tutmuştu bulaşıklarımız, kirliydiler ve yıkanmadıkları için ilginç bir mini-flora halini almışlardı.

Birkaç saat evvel duş aldığımdan terlik hala ıslaktı, o zamanlar İstiklal’de sürekli oyuklar, delikler, toz toprak. Güzelim döşemeleri söküp yerlerine abuk taşlar koyuyorlardı.

Ayaklarım çamur oldu, evet. Yaz günü, ortada bir damla yağmur yokken ayaklarımda çamur vardı. Öyle boka batmış gibi değildim ama vardı işte, yapışmışlardı ıslak terliklerime ve ayaklarıma.

İşte oradaydı. Elinde dergiler. “Hadi ama” diyordum içimden, “sen bu değilsin canım, hadi ama”…

Bana bakıyordu, yanına yaklaşıp selam verdim. İlk söylediği şey “almak ister misin” oldu. Almayacağımı biliyordu. Neden dedim. Arkadaşları oradaydı, üstelik sürekli bir hareketlilik eylemlilik hali vardı. Fazlası gerekir miydi? Bana bunları söylemedi. Tercih meselesi gibi afaki bir şeyler yuvarladı.

Dizlerimle ağzına girişesim vardı, kadındı ama nihayetinde, hem İstiklal’in ortasında… Üstelik “şiddete hayır” diyorduk.

“Görüşmeyiz herhalde artık” dedim, “Evet” dedi. Döndü yavaş yavaş, uzaklaşıyordu, dergileri yine yukarı dikmişti.

Dişlerine dirsek atasım vardı ama yapmadım, insan nihayetinde, canı yanar. Öyle etrafındaki örgütlü arkadaşlarından korktuğum için değil, insan lan, yazık…

İşte yine bitmişti. Çok çabuk bitiyordu, çok fazla bitiyordu.

Arkamı döndüm ve Onurcanla burun buruna geldik, anlamış olacak. Sırıtıyordu. Neden güldüğünü sordum.

-Kıçında sapsarı ter izi var lan götünün hatları boyunca…

Öylece kalakalmıştım. Arkamı döndüm, o da bana bakıyordu, dergileri indirmişti, o da sırıtıyordu.

Onurcan dönmüş giderken günlerdir giydiği eşofmanla dışarı çıktığını gördüm. Salak nasıl becermişse, onun da kıçında diş macunu lekesi vardı. Gülmeye başladım. Herkes sırıtıyordu ya, ben onlara inat kahkaha atmaya başladım. Dönüp yanıma geldi Onurcan, “Niye gülüyon lan?” diyordu. Söylemedim, deli s.kmiş gibi gülüyordum. En sonunda önce sol yanağıma sonra da sağ yanağıma bir tokat yedim, sakinleşmiştim.

Markete gitmeden önce bir fast-food salonuna girip en büyük menüden ikişer tane söyledik, 3 tane köfte vardı her bir hamburgerin içinde. Kişi başı 25 lira gibi bir şeyler ödedik. Evlat acısı gibi, hala nah şuramda taşırım, nah!

Markete girerken bardak ve çay kaşığına da ihtiyacımız olduğunu söyledim. Onayladı. Anormalliğin sıradanlaştığı şu hayatta o kadar bayağılaşmıştık ki sepetimizde kahve bisküvi, süt tozu, mısır gevreği süt ve biraz daha bisküvi vardı. Bardak ve de çay kaşıkları tabii.

Ödeme yapılacağı vakit cüzdanı yanıma almadığımı söyledim ona. Tüm parayı da hamburger ve patateslere bırakmıştım. Bana baktı, “Hay ben senin” ile başlayan envai çeşit sinkafı sıraladı sonra. Yüzünden görünüyordu, dizleriyle dirsekleriyle dişlerime vurmak istiyordu, alnımın çatında bir çukur açmak istiyordu. Dişlerimin leblebi gibi ağzımda dönmesini istiyordu.

İnci gibilerdi ama onlar, kıyılır mıydı hiç! Kıyamadı. Dişlerim süperdi lan sahiden.

“Liseye döndüğümüzde üstümü değiştirdim.” Ben bu cümleyi kuramayacak kadar bayağıydım. Kıçımdaki terli şortla bir süre daha yaşadım. Sınava da onunla gittim. Dersten geçtim. Yine de mutluyduk evimize dönerken. Gözaltlarımızdaki torbalar, parmak kenarlarındaki yaralar, yanlardan açılmaya başlamış saçsızlaşan kafalar.

Hem o kadar kahve içerken dişlerimin sararmaması mümkün müydü, sarı dişler…

Peki o gün Onurcan neden bana diz vurmadı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder