3 Mart 2012 Cumartesi

Eski Yaz Hikayeleri vol.8: Terk Etmek ya da Edememek

İşte gerçekten de bütün mesele bu değilmiş. Acı bir tecrübeydi.

Şahsi tarihim zibilyon adet terk edilme hikayesiyle dolu. Hani insanın "Ulan ben yoksa beklentileri karşılayamayan soğan tipi bir erkek miyim?" sorularını sormayı bırakıp karşıcinsi suçlamaya başladığı dönem vardır ya, işte tam da öyle bir geç-ergenlik krizinin ortasındaydım. Yalnız değildim, hayır; terk edilmişliğine bir de reddedilmişlik eklenen adamın agresifliği belki anlaşılabilir ama bir sevgilim varken benimki?

Yaz tatili yaklaşıyordu. Başka şehirlerde oturan okullu çiftlerin makus tarihi bellidir, her yaz vakti bir ayrılık rüzgarı eser. En azından erkek için umut doludur yazın yaklaştığı günler. Herkes yaz hovardalığı peşindedir.Bütün kadınların kolları tamamen açık onu beklediğini düşünür.

Işte bu evhama bir de zibilyon adet yaşanmışlığın ve terk edilmişliğin o kekremsi tadını eklemiştim, bu ağdalı cümlelerle ayrılmaya karar vermiştim. Hormonlarımın ve ereksiyonumun dikine gidip testosteronumun peşine düşüşümü bu süslü laflarla örtüp mağrur bir şekilde kadınımı terk edecektim. Hayat bazen istediğimiz gibi gitmezdi, ayrılmalıydık, o da üzülmemeliydi, çok gençti, daha pek çok insanla karşılaşacaktı, ben hep onu destekleyip arkadaşı olacaktım. Evet, kesinlikle yaz öncesi ereksiyonunu gizlemeye yeterdi. Üstelik ben de en sonunda birilerini terk edip kadın ırkından intikamımı almış olacaktım.

Tüm bu cümleleri kurmam, hazırlanmam birkaç dakikamı aldı. Hiç sigara içmediğim halde "ulan acaba birkaç gün birkaç paket içip şöyle tok sesli, gürbüz sanatçı tonu yakalarsam söyleyeceklerim daha iyi görünür mü" diye düşünmedim değil ama yapmamaya karar verdim. Yine de saç baş dağınık şekilde gidecektim o gün okula. Gecelerimi günlerimi bu kararı düşünerek almamıştım ama bunu onun hissetmemesini istiyordum. Bütün gece o haftasonu oynanacak maçlarla ilgili yorumları okuyup bahis kuponu hazırladım. Gözlerim sabah mosmor ve şiş olacaktı.

Uyanıp yataktan çıktım. Pejmürde bir şeyler ayarladım dolabımdan. Saçlarımı taramadım. Aynada gerçekten de zor kararlar almış bir insanın gözlerine benzeyen mor torbalı gözler vardı.

Derse girmedim. Dışardaki kantinde beklediğimi bildiren bir mesaj attım ve oturdum. Böyle bir konuşma açıkhavada yapılmalıydı, kızarmış patates ve sucuklu tost kokan bir kafeteryada değil. Fazla değil bir yarım saat kadar sonra ders bitmiş olacak ki arkadaşlarla beraber geldi. En güzel kısmı bu artistliği yapmak olacaktı: "İki dakika konuşabilir miyiz? Özel olarak?"

Bu tamamen hak iddia edebilmekle alakalı bir çağrı aslında. Yani bir arkadaş bunu geri çevirebilir lakin sevgilinin geri çevirmesi imkansızdır. Arkadaşlar sevgili üzerinde hak iddia etmeye kalkışabilir ama bu cümleden sonra "Benim de arkadaşım o, ben de dinleyebilirim anlatacaklarını" diyemezler. Bu, sınırdır; bu adeta bir köpeğin işeyerek alanını belirlemesinden farklı değildir. Bu, adamın kadını sadece hemcinslerinden değil kadınlardan da koruması, uzaklaştırması gerektiği bilincine ulaşmış halidir; alenen geriye evrimleşmektir, köpekleşmektir. Ah böyle anlatınca bir çiftin asla özel bir şey konuşma hakkı olmaması gerektiğini söylediğim anlaşılabilir. Söyledim evet. Özelini gidip evinde konuşsun ulan herkes, topluluk içinde fısır fısır konuşulur mu hiç!

Nihayet birazcık mahremiyet vardı. Etrafımızdaki onlarca öğrenciyi umursayacak değildik, minik çaplı aile dramları için ergenlerin bir eve veya odaya ihtiyacı yoktur; "Biraz özel konuşabilir miyiz" sosu yeter bu drama yer açmaya.

Anlattım ona, önceden kurduğum tüm cümleleri saydım döktüm. Yüzüne bakmadan konuştum ama yere bakmak yerine gözlerim hep karşıya dikiliydi. Uzaklara, çok uzaklara bakar gibiydim. "Keşke karşımda kantinin yanındaki tuvaletin duvarı değil de deniz manzarası olsaydı" diye düşündüm. Idare etmek lazımdı.

Çok uzun konuştum, kesmeden dinledi. Hiçbir şey söylemedi ben konuşurken. Çok mutluydum, az kalmıştı; sessizce, bozulmuş olarak yanımdan uzaklaştığı an birisini terk etmiş olacaktım ve finale çok yaklaşmıştım.

Bitirdiğimi söyledim, "Bu kadar söyleyeceklerim" dedim. Sessizce kaçmalıydı şimdi, belki iki damla yaş...
Bunun yerine yüzüme bakıp "abi ben de nasıl söylesem diye düşünüyordum, benim de ayrılasım vardı, hay çok yaşa ya, anlamış mıydın ayrılmak istediğimi?" dedi. Gülümsüyordu. Kelimeler boğazımda dizili kaldı. Teoride ayrılma konusunu ben açmıştım ama pratikte beni terk edeli epeyi olmuş zaten. Bunu anladığımda sessizce uzaklaştım yanından. Iki damla yaş falan yoktu en azından. Ayı gibi yürüyordum, içten içe "Ulan yine olmadı galiba" diye düşünüp nerede hata yaptığımı çözmeye çalışıyordum. Kazasız belasız köşeyi dönüp gözden yitmeyi istiyordum. Asla bu kadar kısa ve acısız olmamıştı çünkü; takılıp düşmeden, bir yerlere çarpmadan, hepten rezil olmadan uzaklaşmalıydım.

O da olmadı. Açıkhavada konuşma aşkım kafama şapır şapır birkaç damla halinde inen kuş bokuyla taçlanacaktı. Neye uğradığımı şaşırıp duraklamasam belki fark etmezlerdi ama durdum, birileri gördü ve güldü. Çok fazla insan güldü, çok güldüler. "Şahtık şahbaz olduk" deyip hızlı adımlarla eve döndüm.

Ben çok batıl inançlı bir adam değilim ama o konuşmadan önceki gece hazırladığım bahis kuponu tuttuktan sonra daha fazla sever oldum kuş bokunu. Gerçi hala merak ederim, talih kuş bokuyla mı geldi yoksa aşkta kaybeden kumarda mı kazanıyordu, bilemedim hiç. Yatırdığım birkaç lirayı birkaç yüz lira olarak geri aldım ve o yaz bir yazlık beldeye götümü atacak kadar param vardı. Üstelik ereksiyonumu takip edip sevgilimden ayrılmış yalnız ve özgür bir adamdım.

Hayatın acımasız gerçekleri yine de kafama kuş bokundan ziyade ağır taşlar olarak yağıyordu; hiçbir kadın kolları tamamen açık beni bekliyor falan değildi; pek kısır bir yazdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder