Yaz gelmişti yine, doğulu bir ailenin ferdi olarak onca derde bir de düğün sezonunun açılışını eklemiştim. Öyle havaya kurşunlar sıkarak, günler ve geceler boyu tepişerek kutlanmazdı bizde evlilik ve sünnetler. Fakat raconu vardı elbet. Kına gecesi olurdu muhakkak. Bir sokakta, kahvehanede, bir dernek lokalinde, bir yerlerde işte.
Yemeklidir kına geceleri, gençler dağıtır yemekleri. Ayran ve etli bulgur pilavı verilir genelde. Benim beceriksizliğim ortada da yiğitliğe bok sürdürmeyeceğim ya, en önde ben atılıyorum tüm işlere; “Haydi abicim, uzat şu tepsiyi”… Senin neyine lan o tepsi, kıçımdan terler akıyor dökmemeye çalışırken. Açık alan neyse ama kapalı mekanlarda bir de sandalyelerin arasından geçerek dağıtmak lazım yemekleri. Hem bir tabağı hızlı bir şekilde yukarıdan masaya indirmek kadar zor bir şey görmedim… İlla ki belli bir eğimle inecek ya masaya, dökülmemesi ihtimali yok.
Düğün kına gecesini takip eden gün yapılır genelde. Bu kez kurtuluş yok, bir salonda yüzlerce insan. Korkunç bir ses düzeni. Amatör salon müzisyenlerinin tizleri ayarlamaktan aciz, ellerinde oyuncak ettikleri ses sistemiyle kafaları becermeleri. Katlanılır gibi değil. Kısacık bir süre susunca org, hemen takı töreni. Uzun uzun sayılan isimler. Kimden kaç para geldiğinin ilanı. Uzaktan akrabaların fonda zarf arayışı ve mikrofonda “bir miktar para” ile anılmaları.
Sonra davul zurna, şanslıysak klarinet. Bitmek bilmiyor, bütün şarkılar potpori, bir düğünde doğunun bütün müzik mirasını kullanılıyor.
Kuzenin düğünü. Buraya kadar aynı senaryo. Fakat buradan sonrası unutmak istediğim türden. Akrabaların hepsi annemin önderliğinde gayet ısrarcı bir şekilde üzerime geliyor. “Kalk, halay çek.” Ben halay çekmem. Çekmedim daha önce, çekmeyi sevmem. Talihsizlik bu ya, ailenin hepsi pek meraklı bu halay olayına.
Halayı tanımayan basit bir tepişme olarak bilir. Şimdi grevlerde çekilen halaylar, eylemlerde çekilen halaylar… bunlara girmeyeceğim. “Düğün salonlarında ne olacak ki lan halaydan” dediğinizi duyar gibiyim.
Halay çekmek en önemli sosyalleşme yollarındandır. Kız ya da oğlan halaya katılır, beğeneni de hemen yanına giriverir. Beğenilen kişi kaçarsa iş yaştır. Aksi durumda ise o düğünden bir yıl kadar sonra bir düğün daha olacak demektir.
Düğün gecesinin sabahını anımsıyorum, annemin duygu sömürüsü, “Bir kere de adam gibi göreyim seni, takım elbise giy!”… İtiraz ediyorum ya işlemiyor, gayet kararlı.
Şimdi halay diye üstüme geliyorlar, bahanem hazır, “Sıcak, üzerimde ceket, boynumda kravat… Oynayamam böyle…” Annem canhıraş, atılıyor, çıkarıyor kravatı boynumdan. Arkamdan teyzem yapışıyor ceketime. Güç bela giydirdiklerini halay aşkına çıkarıyorlar. Ne aşk be!
Bu kararlılıkla ve halay aşkıyla devrim yapabilirdi o kuşak, yapamadılar.
Kuzenlerin arasına giriyorum, iki ileri, topuk yerde, iki geri… Sırtım su içinde, aklımda bin sinkaf. “Ne işim var lan benim burada, CNBC-e izleyip caz dinleyen, Radikal okuyup film festivallerini takip eden bir adamım ben”… Şaka lan şaka, ciddi değilim, yüzümde 32 diş, tekmili birden görünüyor sırıtırken.
5 dakika sonra hemen çıkıyorum aradan. İzlemeye devam ediyorum. Kuzenlerden birisi karşı taraftan bir kızın yanına kaykılıveriyor. O sırada halay başı çoşuyor. Oyunu Erzurum işi çepkeye bağlıyor.
Ne bağnazlık, aman yarabbi!?! Araya siyahi hiphopçu zibidilerden apartılmış birkaç hareket serpiştirmişler gibi, dirsekler ileri geri, ayaklar Jamiroquai’in Jay Kay’inin ayakları misali bir sağa bir sola çaprazlanarak hareket ediyor. Derdimi anlatacak kimsem yok, hakir görüyorum onları, “Jay Kay’i tanımazlar” diyorum, “binlerce şapkası olan o güzel insanı tanımazlar” diyorum. Tamam lan tamam, bu da şaka... Sokayım Jay Kay'e, zaten ayağını da burkmuş...
Tepiş tepiş tepişiyor gençler. Ailenin yaşlıları kalktı mı saygıdan yıkılacak gibi oluyorum,o ayrı. Yıkılmayacak binalar gibi dimdik, ağır hareketlerle çekiyorlar halayı. Ama şu gençler yok mu! Kızlar topuklularıyla ayak uyduramıyorlar. Kuzenin yanındaki kız da kaçıyor haliyle… Kuzen şaşkın, kestiremiyor sebebi, kendisinden mi yoksa çepkeden mi kaçmıştı kız. Şaşkınlık yerini halaybaşına duyulan öfkeye bırakıyor ve yüzünde “Seni bir yakalarsam ağzını yüzünü kırıcam, meymenete bak hele, meymenetine sıçayım senin” bakışları hasıl oluyor.
Salonun büfesine doğru topukluyorum, orası daha elit insanlarla dolu olabilir belki. Peh, sanki benim götümden damlayan ter fransız burjuvazisinden miras...
Gördüklerim karşısında kanım donuyor. Nefes alamıyorum. Kesif kokulu bir ortam, herkesin önünde bira ya da üçüncü kalite viski. Sigara dumanı sabitlenmiş gibi, hareket etmiyor, öylece baş hizasında duruyor.
Yaşları daha büyük buradakilerin, amca dediklerim… Birisi yakalıyor beni, “Oo doktor bey, gel bir biramızı iç, biraz anlat bakalım” diyor. Kaçmak için bahane arıyorum, bulamıyorum. Oturuyorum yanlarına mecburen. Hemen bir bira konuyor önüme. İçiyoruz beraber. Okulu soruyorlar, hayatı soruyorlar, kaç yılım kaldığını, ileride ne doktoru olacağımı soruyorlar. Sonra hayatla ilgili bir sürü şey anlatıyorlar, tavsiyeler, öğütler...
Bir boş kalkarken yerini bir dolu bardak alıyor hemen. Yavaştan başım dönmeye başlıyor, garip bir gülümseyiş oturuyor yüzüme. Kalkıp halay çekmeye gidiyorum.
Koyveriyorum kendimi, güzel üniversite ortamıma küfrediyorum, insanlara lanet okuyorum, “Back to roots oldum lan” diye mırıldanıyorum. Kendime de küfrediyorum sonra.
Götümü geniş geniş yaymış yazarken ekleyesim geliyor şimdi: sülale havası iyidir, seviyorum lan çekirdek aileden daha kalabalıkça olmayı... Tüm bunlar sadece şaka; dalga geçiyorum. Geçmeyeni de vardır herhalde, değil mi?
Yemeklidir kına geceleri, gençler dağıtır yemekleri. Ayran ve etli bulgur pilavı verilir genelde. Benim beceriksizliğim ortada da yiğitliğe bok sürdürmeyeceğim ya, en önde ben atılıyorum tüm işlere; “Haydi abicim, uzat şu tepsiyi”… Senin neyine lan o tepsi, kıçımdan terler akıyor dökmemeye çalışırken. Açık alan neyse ama kapalı mekanlarda bir de sandalyelerin arasından geçerek dağıtmak lazım yemekleri. Hem bir tabağı hızlı bir şekilde yukarıdan masaya indirmek kadar zor bir şey görmedim… İlla ki belli bir eğimle inecek ya masaya, dökülmemesi ihtimali yok.
Düğün kına gecesini takip eden gün yapılır genelde. Bu kez kurtuluş yok, bir salonda yüzlerce insan. Korkunç bir ses düzeni. Amatör salon müzisyenlerinin tizleri ayarlamaktan aciz, ellerinde oyuncak ettikleri ses sistemiyle kafaları becermeleri. Katlanılır gibi değil. Kısacık bir süre susunca org, hemen takı töreni. Uzun uzun sayılan isimler. Kimden kaç para geldiğinin ilanı. Uzaktan akrabaların fonda zarf arayışı ve mikrofonda “bir miktar para” ile anılmaları.
Sonra davul zurna, şanslıysak klarinet. Bitmek bilmiyor, bütün şarkılar potpori, bir düğünde doğunun bütün müzik mirasını kullanılıyor.
Kuzenin düğünü. Buraya kadar aynı senaryo. Fakat buradan sonrası unutmak istediğim türden. Akrabaların hepsi annemin önderliğinde gayet ısrarcı bir şekilde üzerime geliyor. “Kalk, halay çek.” Ben halay çekmem. Çekmedim daha önce, çekmeyi sevmem. Talihsizlik bu ya, ailenin hepsi pek meraklı bu halay olayına.
Halayı tanımayan basit bir tepişme olarak bilir. Şimdi grevlerde çekilen halaylar, eylemlerde çekilen halaylar… bunlara girmeyeceğim. “Düğün salonlarında ne olacak ki lan halaydan” dediğinizi duyar gibiyim.
Halay çekmek en önemli sosyalleşme yollarındandır. Kız ya da oğlan halaya katılır, beğeneni de hemen yanına giriverir. Beğenilen kişi kaçarsa iş yaştır. Aksi durumda ise o düğünden bir yıl kadar sonra bir düğün daha olacak demektir.
Düğün gecesinin sabahını anımsıyorum, annemin duygu sömürüsü, “Bir kere de adam gibi göreyim seni, takım elbise giy!”… İtiraz ediyorum ya işlemiyor, gayet kararlı.
Şimdi halay diye üstüme geliyorlar, bahanem hazır, “Sıcak, üzerimde ceket, boynumda kravat… Oynayamam böyle…” Annem canhıraş, atılıyor, çıkarıyor kravatı boynumdan. Arkamdan teyzem yapışıyor ceketime. Güç bela giydirdiklerini halay aşkına çıkarıyorlar. Ne aşk be!
Bu kararlılıkla ve halay aşkıyla devrim yapabilirdi o kuşak, yapamadılar.
Kuzenlerin arasına giriyorum, iki ileri, topuk yerde, iki geri… Sırtım su içinde, aklımda bin sinkaf. “Ne işim var lan benim burada, CNBC-e izleyip caz dinleyen, Radikal okuyup film festivallerini takip eden bir adamım ben”… Şaka lan şaka, ciddi değilim, yüzümde 32 diş, tekmili birden görünüyor sırıtırken.
5 dakika sonra hemen çıkıyorum aradan. İzlemeye devam ediyorum. Kuzenlerden birisi karşı taraftan bir kızın yanına kaykılıveriyor. O sırada halay başı çoşuyor. Oyunu Erzurum işi çepkeye bağlıyor.
Ne bağnazlık, aman yarabbi!?! Araya siyahi hiphopçu zibidilerden apartılmış birkaç hareket serpiştirmişler gibi, dirsekler ileri geri, ayaklar Jamiroquai’in Jay Kay’inin ayakları misali bir sağa bir sola çaprazlanarak hareket ediyor. Derdimi anlatacak kimsem yok, hakir görüyorum onları, “Jay Kay’i tanımazlar” diyorum, “binlerce şapkası olan o güzel insanı tanımazlar” diyorum. Tamam lan tamam, bu da şaka... Sokayım Jay Kay'e, zaten ayağını da burkmuş...
Tepiş tepiş tepişiyor gençler. Ailenin yaşlıları kalktı mı saygıdan yıkılacak gibi oluyorum,o ayrı. Yıkılmayacak binalar gibi dimdik, ağır hareketlerle çekiyorlar halayı. Ama şu gençler yok mu! Kızlar topuklularıyla ayak uyduramıyorlar. Kuzenin yanındaki kız da kaçıyor haliyle… Kuzen şaşkın, kestiremiyor sebebi, kendisinden mi yoksa çepkeden mi kaçmıştı kız. Şaşkınlık yerini halaybaşına duyulan öfkeye bırakıyor ve yüzünde “Seni bir yakalarsam ağzını yüzünü kırıcam, meymenete bak hele, meymenetine sıçayım senin” bakışları hasıl oluyor.
Salonun büfesine doğru topukluyorum, orası daha elit insanlarla dolu olabilir belki. Peh, sanki benim götümden damlayan ter fransız burjuvazisinden miras...
Gördüklerim karşısında kanım donuyor. Nefes alamıyorum. Kesif kokulu bir ortam, herkesin önünde bira ya da üçüncü kalite viski. Sigara dumanı sabitlenmiş gibi, hareket etmiyor, öylece baş hizasında duruyor.
Yaşları daha büyük buradakilerin, amca dediklerim… Birisi yakalıyor beni, “Oo doktor bey, gel bir biramızı iç, biraz anlat bakalım” diyor. Kaçmak için bahane arıyorum, bulamıyorum. Oturuyorum yanlarına mecburen. Hemen bir bira konuyor önüme. İçiyoruz beraber. Okulu soruyorlar, hayatı soruyorlar, kaç yılım kaldığını, ileride ne doktoru olacağımı soruyorlar. Sonra hayatla ilgili bir sürü şey anlatıyorlar, tavsiyeler, öğütler...
Bir boş kalkarken yerini bir dolu bardak alıyor hemen. Yavaştan başım dönmeye başlıyor, garip bir gülümseyiş oturuyor yüzüme. Kalkıp halay çekmeye gidiyorum.
Koyveriyorum kendimi, güzel üniversite ortamıma küfrediyorum, insanlara lanet okuyorum, “Back to roots oldum lan” diye mırıldanıyorum. Kendime de küfrediyorum sonra.
Götümü geniş geniş yaymış yazarken ekleyesim geliyor şimdi: sülale havası iyidir, seviyorum lan çekirdek aileden daha kalabalıkça olmayı... Tüm bunlar sadece şaka; dalga geçiyorum. Geçmeyeni de vardır herhalde, değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder