2 Mayıs 2012 Çarşamba
Günün Ötesinde: Merhaba, En Temizinden
Bakırköy’deyim, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde… “Ne kadar da uzunmuş ismi” demekten kendimi alamıyorum girişteki kocaman tabelaya bakarken. Hemen yanında bir diğer hastane, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi. İsimleri okumanın bile bu kadar uzun sürmesi rahatsız edici. Yavaş yavaş yürüyorum içeriye. Hastane çok büyük. Eskiden akıl hastalarının izole edilmesi gerektiği düşünüldüğünden İstanbul’daki en büyük komplekslerden birisi olan bu tesis, o vakitler kırsal olarak nitelendirilen Bakırköy’e kurulmuş. Yaklaşık 15 dakika yürümek gerekiyor acil servis kantinini bulmak için. Acil servis polikliniklere pek yakın. Ayrıca yatan hastalar da büyük kantinden faydalanabilecek uzaklıktalar. Genelde tercihleri burası oluyormuş bu yüzden. Kantinde kapıyı görecek bir masaya çöküyorum usulca. Ne zaman benim hükmedemeyeceğim bir yere girsem kapıyı gözler vaziyette buluyorum kendimi. Her an gözümün önünde olmalı girenler, çıkanlar. Sırtımı duvara verip kapıya dikiyorum gözlerimi. Bir hasta, giyimi diğer hastaların yanında nispeten iyi, küfürler ederek yanıma gelip yine küfürler ederek masaya oturup oturamayacağını soruyor. Oturabileceğini söylüyorum. Ceketinin cebinden bir paket sigara çıkarıyor, bir kutu da kibrit. Bana da ikram ediyor sigaradan, kullanmadığımı söylüyorum. Kendisi yakıyor bir tane. Emzik emercesine içiyor sigarayı. Sık nefesler çekiyor, sık ve alabildiğine yüzeysel… Her şey kendi dengesini kuruyor, sigara olması gerekenden çabuk bitmediği gibi son nefes normale göre fazla gecikmiyor da. Hemen yan masaya bir diğer hasta oturuyor, kül tablasındaki bisküviyi alıp ağzına atıyor ve masada duran boş kola şişesinin altındaki birkaç damlayı da yuvarlıyor üzerine. Başka bir masada da 17 Eylül 2007 tarihli gazeteyi okuyan hasta. Mantık güzel: “Okumamışsan yenidir.” Kalkıp dışarıya doğru hareket ediyorum. Kantin çok boğucu. Hemen ön tarafı da ilginç, dört yolun birleştiği bir nokta kantinin önü. Arkamdan kantinden çıkanlar geçiyor, önümde çoğunlukla beyaz önlüklü güruhun kullandığı, birkaç blokluk servise uzanan, sağımda acil servise giden, sol taraftaysa poliklinikler ile idari birimler tarafına geçmek için kullanılacak olan yol. Bir hasta yaklaşıyor, “100 liran var mı abi?”. “Yok” diyorum, gayet yumuşak. Ufak adımlarla gezinmeye başlıyorum o dört yol ağzında, önce bir çember çiziyorum yürüyerek. Tam o sırada önümden bir ana-oğul geçiyor. Oğul hasta, gayet ajite olmuş durumda. Belli ki sakinleşmiş hali bu üstelik. Anne sürekli konuşuyor çocukla, neler yapılacağını, neler olduğunu anlatıyor. Polikliniklerin olduğu tarafa doğru yürüyorlar konuşarak. Peşlerine takılıyorum. Konuştuklarını duymaya çalışıyorum. Az önce para isteyen hasta tekrar geliyor ve aynı soruyu yineliyor. Bu kez kızgın bir şekilde olmadığını söylüyorum. Bir hastayla sert konuşmak mı? Bence de kötü… Ancak oldum olası merak ettiğim her şeyi illa ki öğrenmişimdir, en azından öğrenmeyi denemişimdir. Şimdi onun yüzünden duymak istediklerimi duyamayacaktım. Bu bilme aşkı sapıklık boyutuna varmadı hiç. Yine de korkutucu sayılır. Eğer birisiyle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsam doğru insanları bulup bir şekilde kontak kurarak istediklerimi duyuyorum. Bu merak, tutku… sakat galiba. Kendimi frenleyip gerisin geri dört yol ağzına doğru dönüyorum. Boş boş dikilmek ne kadar da zor. Aklımda binbir soru işareti beliriyor istemeksizin. Bir sürü şey, önceye ve sonraya dair. Pek “şimdi”si yok ama bu soruların zira “şimdi” sadece dikiliyorum, evet. Geleceği geçmişten koparamamak iyi midir, bilemiyorum. Ancak pek de memnuniyet hissettirmeyen bir geçmişe sahip olunca, insan ister istemez geleceğe önyargıyla yaklaşabiliyor. Evet evet, herkes için böyle olsa gerek. O zaman mutluluğun anahtarı da unutmak mı? Unutmuyorum, doğru. Unutmamak derken kuvvetli hatırat değil aklımdan geçen. Kincilik benimkisi. Duyduğum her şey bir yerlerde kullanılabilir diye beynimde yer tutuyor. Haliyle şimdiden patlamak üzereyim. Sadece aşırı yüklemek olsa tamam ama sürekli intikam planları kurduruyor insana geçmişin gölgesi. Neyse ki çok sınırlı kullanılabilen kelime sayısı. Aklımdakilerin dışarıya çıkışı da bu sınırlar dahilinde olabiliyor. Normal şartlar altında haksızlık olduğunu iddia etmekte tereddüt göstermezdim lakin bu sayede gizlenen şeyin dahilikten ziyade vahşilik olduğunun farkındayım. İd ile ego arasında böyle bir kilidin olması pek güzel. Ancak artık ego ile süperego arasında da bir şeyler olması gerektiğinden eminim ve buna sahip olup olmadığım hususunda şüphelerim var. Düşünmenin çok da fayda getirmeyeceği açık. Sadece beklemek daha güzel. Hem birazdan arkadaşım da gelir. Beyaz önlüğünü kirletmemek için sarılmayıp sadece tokalaşacağım onunla ve güzel bir “merhaba” diyeceğim, tok sesimle, en temizinden; şimdi size dediğim gibi. Ne kadar örtecek içimdekileri bilmiyorum, arkadaşım da bir psikiyatr… Hasta olarak gelmiyorum ona ama yine de bu tür konularda havsalası daha kuvvetli olsa gerek diğer insanlara göre. Bence yabancı gelmemeli bu anlattıklarım size. Hikayenin bir yerinde siz de varsınız. Psikiyatr, psikiyatra göre daha zayıf karakter algısına sahip “diğer insanlar”dan birisi, bir hasta ya da bizzat ben olabilirsiniz. Etrafa bakıp rol biçmeli insanlara. Aynaya bakıp insanların bize biçtiği rolleri de görmeli hem. Emret ontoloji! Kimin kim olduğu başka nasıl bilinebilir ki?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder