3 Mart 2012 Cumartesi

Eski Yaz Hikayeleri vol.1: Ekmek Parası

Her salı muhakkak pazar yoluna vuruyoruz kendimizi. Genelde ev arkadaşlarımdan biriyle beraber gidiyorum alışverişe ama bu kez yalnız çıktım. Ufak huzursuzluklar vardı evde. Kimin ne iş yaptığı belli değildi. Herkes en çok kendisinin çalıştığını iddia ediyordu ama ne hikmetse eve yapışmış t.şak kokusu ve boktan görüntü bir türlü yok olmak bilmiyordu. Evet, kadın-erkek ilişkilerindeki o alışkanlıklardan kaynaklanan tatlı huysuzluklar yoktu, ayrılmak falan gibi kelimeler geçmiyordu, geçemiyordu. Hep adamdık, hepimiz adamdık ve ayrılma tehdidinin hiçbirimiz üzerinde işe yaramayacağının farkındaydık.

Bu şekilde tartıştığımız bir gün kızıp “Ben giderim lan pazara, dokunmayın bulaşığa, dönünce onu da yıkarım.” dedim. Demez olaydım, ikisi de götünü dönüp televizyon izlemeye devam ettiler. Ben “Tamam kardeşim, arkadaşım, hallederiz iki dakikada.” tavrı beklerken onlar “Halletsin keriz, posta koymayı biliyor.” tadında bir sırıtışla oturuyorlardı. Mecburen çıktım evden.

Adımlarımı sürüye sürüye gidiyordum. Güzel döner kokuları geliyordu. Cebimdeki üç beş kuruş parayla leziz bir ziyafet çekip evden ayrılmayı düşündüm. Ama nereye gidecektim? Finaller de dayanmıştı kapıya. Mecburen vazgeçtim yemekten.

Artık tanış olmuştuk pazar esnafıyla. Hep aynı insanlardan yapıyorduk alışverişimizi. Öğrenci olduğumuzu da biliyorlardı. Ne iyi insanlardı şu pazarcılar. Her defasında poşeti tartıdan alıp bize uzatırken içine tezgahtan iki üç parça bir şeyler atarlardı, “Gençsiniz, yersiniz” derlerdi. Malın da iyisini verirlerdi üstelik. Gerçi çok mühim şeyler almıyorduk, hıyar dediğinin iyisinden ne olacaktı sanki…

Ahmet amca, benim için azar azar domates salatalık falan tarttı. Sonra yine poşete bir iki parça bir şey eklemek için poşeti açtı. Önce bir iki tane domates attı. Sonra bir tane salatalık. Durmadı, kabak attı, patlıcan attı. Poşet küçük geliyordu, bir demet ıspanak sıkıştırmaya çalışırken bir yandan da “Gençsiniz, yersiniz, eve manita atıyor musunuz lan, onları da yersiniz, yiyin aslanlarım, yarasın. Benim yerime de yiyin.” gibi manasız laflar ediyordu. Durmak bilmedi, o poşeti taşıyamazdım ki ben, dur diyemedim yine de. Önümde sinir krizi geçirir gibiydi, kızardı, bozardı. En sonunda yanında çalışan oğlu poşeti kaptı babasının elinden, uzattı bana, “Git kardeşim, allah allah ya, görmüyor musun adamın halini, uza hadi uza” dedi.

Üzülmüştüm, kırılmıştım.

Alışverişi tamamlamış pazardan çıkmak üzereydim. İlerde küçük bir tezgahın önünde üç kız durmuş, dikkatle tezgah üzerindeki makyaj malzemelerini inceliyorlardı, yakından bakıyor, kokluyor, elliyorlardı. Fiyatlarını sorup birkaç parçayı kenara ayırdılar, alacaklardı galiba.

Bu noktada içimdeki doktor adayı “Sorumlulukların var lan” demeye başladı. Durmuyordu. Ben yürüyüp gitmek istiyordum ama o aynı az önceki Ahmet amca gibi sayıklamaya başlamıştı, “Tezgah altı imalathanelerde o makyaj malzemeleri bu kızlara neler yapar farkında değil misin! O cici ciltlerini bozar, taş gibi onlar oysa, sen doktor olacaksın, müdahale etmelisin, yaklaş yaklaş, gitsene lan yanlarına.”

Arkalarından yaklaştım. “Hanımlar merhaba” dedim. Sesim çok toktu. Bu tonla devrime davet etsem gelirlerdi peşimden, evlenelim desem boynuma atlarlardı. “O malzemeleri almayı düşünüyorsunuz galiba ama onlar yasal olmayan yollarla imal ediliyorlar, kanserojen onlar, cildinizi bozarlar. Almayın onları. Bakın ben doktor olucam, okuyorum, ordan biliyorum. Bizim bi biyokimya hocamız vardı, o hep anlattı okulda bunları, onları almayın.” Kızlar anlamsız anlamsız yüzüme bakıyorlardı. “Bırakın onları kızlar, bak beni dinleyin, gidin üç beş kuruş fazla verip orjinalini iyisini alın, doktor olucam ben, biyokimya hocam dediydi bunları hep bana.” deyip saçmalarken arkamdan ensemin köküne yediğim tokatla kendime geldim. Ağza alınmayacak küfürler uçuşuyordu havada, durmadan sağlı sollu yumruktu tokattı, ne varsa suratıma iniyordu.

Araya girip ayırdılar. Sonradan öğrendim ki kızlardan birinin abisiyle tezgahın sahibi beraberce dalmışlar bana.

Elimde poşetlerim, bir ayağım çıplak  -ayakkabılarımdan birisi arbede esnasında ayağımdan çıkmış- eve doğru gidiyordum. Tam pazarın çıkışında “Ekmek parası be evladım, milletin ekmek parasıyla oynamaya utanmıyor musun sen!” diye bir ses duydum. Baktım sabun, kese banyo lifi falan satan bir teyze söylüyordu bunları.

İçimdeki şeytan kaçmıştı, “Ah be güzel teyzem” deyip ellerine sayılmak istedim. Vazgeçtim. Ya yine toplum yanlış anlasaydı beni!

Kafamın içinde ekmek parası yankılanıyordu. Eve geldim. Bulaşıklara dokunmamışlardı. Gözlerini televizyondan ayırsalar yediğim dayağı fark edebilirlerdi ama yapmadılar.

Hıncımı bulaşıktan çıkardım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder