24 Mart 2012 Cumartesi

ne vakittir yazayım yazayım diyorum yazamıyorum, çok yordular beni çok...
konu da hazır halbuse...
neyse siz tekrar tekrar okuyun okutun, bu hafta bitmeden bir eski bir de yeni yazı geliyor...
-çok da umrumuzdaydı- istanbul, 2012, blogda bu yazıya denk gelen birkaç yüz insan...

15 Mart 2012 Perşembe

Günün Ötesinde: En Güzel Vakit

Balkondayım, pek güzel bir kar inceden inceye örtüyor şehrin üstünü yavaş yavaş. Havada kokusu asılı. İçine çeksen, dışarı çıkarken ciğerlerini de kandırıp uçurur diye korkacağın kadar güzel, taze… Ay bulutların arkasında. Seçilebiliyor ama yine de. Tek eli olan bir piyanistin resitali gibi: vakur, biraz da çaresiz. Yıldızlar hiç yok ortalıkta. Şehri savaşlarda ilk onlar terk ederler zaten. Eh, tam da günle gecenin savaşı hüküm sürüyor gökyüzünde şu saatlerde…

Gece sohbetleri için çok geç saat; sabah kırgınlığı içinse erken, gerçekten erken… Yalnızlık ilginç bir anne rolü üstlenmiş bu saatlerde, bütün ürpertilerin annesi; o doğurdu, o büyütüyor.

Radyoyu açıyorum. Eski denilen şarkılar. Neye göre eski? Şarkı nasıl eskir, kullanıldıkça mı? Mesela aşk şarkılarının çabuk eskimesi gerekmez miydi o zaman? Kafam karışıyor. Balkona dönmeli, o sakin yere.

Kar gecikti ya, sabah tedirginlik de basacak evleri: acaba tatil olur mu, yollar kapanır mı, hiç çıkmasak mı? Birçoğu yine de çıkacak. Fakat buna rağmen kaygılı görünmüyor sokaktaki köpeklerle kuşlar. İnsanlar gelecek oysa. Çemberler çizerek çığlıklar içinde kaçmalılar. Ama onlar için bulunmaz anlar bunlar; yolun ortasındaki birikintiden su içmek mi, başka saatlerde kimin haddine!

Hazır ay ve gece burada sayılırken hala, keyfini çıkarmalı sabit ivmenin. Doz aşımıyla karşı karşıya bir vaka artık ayı izleyen.

Gece hafif hafif güne doğru ölüyor ve ay bir başka gecenin en karanlık yerine sürülüyor. Güneşin hükümranlığı başlayacak birazdan. Radyoda bir trompet hafiften inlemeye başlıyor, tanıdık geliyor kulağıma, “Şaka mı bu!” diyorum şarkıya eşlik etmek üzere yutkunurken ve sonra hep beraber –son ki üç dört-, “İstersen hiç başlamasın…”
Şaka mı bu?

3 Mart 2012 Cumartesi

senden sonra
hava almak için balkona çıktım da soğuk aldım...
ıhlamur yapanım yok...

senden sonra
bir bardak soğuk su içtim,
zaten hastaydım,
boğazlarım şişti...

senden sonra
kullandığım tüm güçler orantısızdı,
ıhlamur kaynatayım derken cezvenin sapı elimde kaldı...

senden sonra
kafama göre antibiyotik kullandım,
bakterilerimin ilaç direnci arttı...
toplumun sağlığıyla oynuyorum...

senden sonra,
fakültenin koridorlarında yankılanan
o garip cümleler...
"feyzullah'da atrofi başladı"
garipsemez oldum,
garipleşiyorum...

ekşi sözlük'te kimisi farklı zamanlarda olmak üzere "senden sonra" başlığına eklediğim şeyler, birleştirince komik oldu sanki...

Eski Yaz Hikayeleri vol.8: Terk Etmek ya da Edememek

İşte gerçekten de bütün mesele bu değilmiş. Acı bir tecrübeydi.

Şahsi tarihim zibilyon adet terk edilme hikayesiyle dolu. Hani insanın "Ulan ben yoksa beklentileri karşılayamayan soğan tipi bir erkek miyim?" sorularını sormayı bırakıp karşıcinsi suçlamaya başladığı dönem vardır ya, işte tam da öyle bir geç-ergenlik krizinin ortasındaydım. Yalnız değildim, hayır; terk edilmişliğine bir de reddedilmişlik eklenen adamın agresifliği belki anlaşılabilir ama bir sevgilim varken benimki?

Yaz tatili yaklaşıyordu. Başka şehirlerde oturan okullu çiftlerin makus tarihi bellidir, her yaz vakti bir ayrılık rüzgarı eser. En azından erkek için umut doludur yazın yaklaştığı günler. Herkes yaz hovardalığı peşindedir.Bütün kadınların kolları tamamen açık onu beklediğini düşünür.

Işte bu evhama bir de zibilyon adet yaşanmışlığın ve terk edilmişliğin o kekremsi tadını eklemiştim, bu ağdalı cümlelerle ayrılmaya karar vermiştim. Hormonlarımın ve ereksiyonumun dikine gidip testosteronumun peşine düşüşümü bu süslü laflarla örtüp mağrur bir şekilde kadınımı terk edecektim. Hayat bazen istediğimiz gibi gitmezdi, ayrılmalıydık, o da üzülmemeliydi, çok gençti, daha pek çok insanla karşılaşacaktı, ben hep onu destekleyip arkadaşı olacaktım. Evet, kesinlikle yaz öncesi ereksiyonunu gizlemeye yeterdi. Üstelik ben de en sonunda birilerini terk edip kadın ırkından intikamımı almış olacaktım.

Tüm bu cümleleri kurmam, hazırlanmam birkaç dakikamı aldı. Hiç sigara içmediğim halde "ulan acaba birkaç gün birkaç paket içip şöyle tok sesli, gürbüz sanatçı tonu yakalarsam söyleyeceklerim daha iyi görünür mü" diye düşünmedim değil ama yapmamaya karar verdim. Yine de saç baş dağınık şekilde gidecektim o gün okula. Gecelerimi günlerimi bu kararı düşünerek almamıştım ama bunu onun hissetmemesini istiyordum. Bütün gece o haftasonu oynanacak maçlarla ilgili yorumları okuyup bahis kuponu hazırladım. Gözlerim sabah mosmor ve şiş olacaktı.

Uyanıp yataktan çıktım. Pejmürde bir şeyler ayarladım dolabımdan. Saçlarımı taramadım. Aynada gerçekten de zor kararlar almış bir insanın gözlerine benzeyen mor torbalı gözler vardı.

Derse girmedim. Dışardaki kantinde beklediğimi bildiren bir mesaj attım ve oturdum. Böyle bir konuşma açıkhavada yapılmalıydı, kızarmış patates ve sucuklu tost kokan bir kafeteryada değil. Fazla değil bir yarım saat kadar sonra ders bitmiş olacak ki arkadaşlarla beraber geldi. En güzel kısmı bu artistliği yapmak olacaktı: "İki dakika konuşabilir miyiz? Özel olarak?"

Bu tamamen hak iddia edebilmekle alakalı bir çağrı aslında. Yani bir arkadaş bunu geri çevirebilir lakin sevgilinin geri çevirmesi imkansızdır. Arkadaşlar sevgili üzerinde hak iddia etmeye kalkışabilir ama bu cümleden sonra "Benim de arkadaşım o, ben de dinleyebilirim anlatacaklarını" diyemezler. Bu, sınırdır; bu adeta bir köpeğin işeyerek alanını belirlemesinden farklı değildir. Bu, adamın kadını sadece hemcinslerinden değil kadınlardan da koruması, uzaklaştırması gerektiği bilincine ulaşmış halidir; alenen geriye evrimleşmektir, köpekleşmektir. Ah böyle anlatınca bir çiftin asla özel bir şey konuşma hakkı olmaması gerektiğini söylediğim anlaşılabilir. Söyledim evet. Özelini gidip evinde konuşsun ulan herkes, topluluk içinde fısır fısır konuşulur mu hiç!

Nihayet birazcık mahremiyet vardı. Etrafımızdaki onlarca öğrenciyi umursayacak değildik, minik çaplı aile dramları için ergenlerin bir eve veya odaya ihtiyacı yoktur; "Biraz özel konuşabilir miyiz" sosu yeter bu drama yer açmaya.

Anlattım ona, önceden kurduğum tüm cümleleri saydım döktüm. Yüzüne bakmadan konuştum ama yere bakmak yerine gözlerim hep karşıya dikiliydi. Uzaklara, çok uzaklara bakar gibiydim. "Keşke karşımda kantinin yanındaki tuvaletin duvarı değil de deniz manzarası olsaydı" diye düşündüm. Idare etmek lazımdı.

Çok uzun konuştum, kesmeden dinledi. Hiçbir şey söylemedi ben konuşurken. Çok mutluydum, az kalmıştı; sessizce, bozulmuş olarak yanımdan uzaklaştığı an birisini terk etmiş olacaktım ve finale çok yaklaşmıştım.

Bitirdiğimi söyledim, "Bu kadar söyleyeceklerim" dedim. Sessizce kaçmalıydı şimdi, belki iki damla yaş...
Bunun yerine yüzüme bakıp "abi ben de nasıl söylesem diye düşünüyordum, benim de ayrılasım vardı, hay çok yaşa ya, anlamış mıydın ayrılmak istediğimi?" dedi. Gülümsüyordu. Kelimeler boğazımda dizili kaldı. Teoride ayrılma konusunu ben açmıştım ama pratikte beni terk edeli epeyi olmuş zaten. Bunu anladığımda sessizce uzaklaştım yanından. Iki damla yaş falan yoktu en azından. Ayı gibi yürüyordum, içten içe "Ulan yine olmadı galiba" diye düşünüp nerede hata yaptığımı çözmeye çalışıyordum. Kazasız belasız köşeyi dönüp gözden yitmeyi istiyordum. Asla bu kadar kısa ve acısız olmamıştı çünkü; takılıp düşmeden, bir yerlere çarpmadan, hepten rezil olmadan uzaklaşmalıydım.

O da olmadı. Açıkhavada konuşma aşkım kafama şapır şapır birkaç damla halinde inen kuş bokuyla taçlanacaktı. Neye uğradığımı şaşırıp duraklamasam belki fark etmezlerdi ama durdum, birileri gördü ve güldü. Çok fazla insan güldü, çok güldüler. "Şahtık şahbaz olduk" deyip hızlı adımlarla eve döndüm.

Ben çok batıl inançlı bir adam değilim ama o konuşmadan önceki gece hazırladığım bahis kuponu tuttuktan sonra daha fazla sever oldum kuş bokunu. Gerçi hala merak ederim, talih kuş bokuyla mı geldi yoksa aşkta kaybeden kumarda mı kazanıyordu, bilemedim hiç. Yatırdığım birkaç lirayı birkaç yüz lira olarak geri aldım ve o yaz bir yazlık beldeye götümü atacak kadar param vardı. Üstelik ereksiyonumu takip edip sevgilimden ayrılmış yalnız ve özgür bir adamdım.

Hayatın acımasız gerçekleri yine de kafama kuş bokundan ziyade ağır taşlar olarak yağıyordu; hiçbir kadın kolları tamamen açık beni bekliyor falan değildi; pek kısır bir yazdı.

Eski Yaz Hikayeleri vol.6: Kaybedemedim Akşam Akşam

Doğrudan konuya giresim var sevgili okur. Ne zamandır yazmadım zaten, yazar vasfı taşımasam da sen okursun, uslu uslu oku konuya nasıl girdiğimi umursamadan…

İstiklal Caddesi. Sabahattin Ali pek güzel yazmış Sinop yıllarında. Pay çıkarasım var bu akşam kendimce, Sabahattin Ali nasıl güzel yazmışsa öyle güzel okuyor Volkan Konak. Tam da ekmeğimizi paylaşırmış gibi bir yanından asılacakken şarkıya, kesiliveriyor orta yerde.
Ekmek elden süt memeden kral gibi yaşıyorum aslında, kaybetmiş gibi şarkı söylemek neyime.
Sıkıntılı bir akşam. Sevgiliyi bir başka şehre yolluyorum. Sadece bir hafta sonra başka bir kıtaya yollayacağım ve bu da pek tatsız bir prova. Otobüs firmasının “yazhane”sine bıraktım onu. Biraz kızgınım, bir başka kıtada daha iyi bir doktor olmak için çırpınmayı benimle geçireceği saatlere yeğlemiş oldu bu tercihle. Sigara içmem ama sırtımda deri ceketim, pek dertli yine de mağrur salınışımı anlamlandırır diye ille de alasım var ağzıma bir tane.
Kafamı iyice dikip telefonu cebimden çıkarıyorum, arayıp binmiş mi öğrenmek istiyorum. “Dizilerde yok böylesi be dinime imanıma” derken sağı solu kalkmış yer döşemelerinden birine takılıp bir sağlam tökezliyorum. Kafam hafiften öne eğilirken sırtım yükseliyor, bu kambur duruşu ben nereden hatırlıyorum? Peh…
“Galiptir bu yolda mağlup” da olamıyorum.
Az önce ihanetine uğradığım telefon çalıyor. Bir an güzel bir film sahnesi hayat: “Ben gidemedim canım, sana dönüyorum, gelip beni alsana”… Nah!
Arayan bir başkası. Yakın bir arkadaşımın doğum gününü hatırlatıyor. Uğramak lazım. Hem zaten dertli bir ruh haliyle insan nasıl da yücelir değil mi! Gidip satmak lazım hüznü, derdi kederi.
Üstatların “bol parmak sallamalı şarkı” dedikleri türden şeyler çalan bir yere giriyorum. Hepsi giden aşkı unutmak ya da unutamayıp nasıl da gururla “Show must go on you cutthroat bitch” modunda yaşama halleriyle alakalı. Masadakiler coştukça ben duruluyorum, sakin sakin biramı yudumluyorum. İlgilerini çekmenin daha iyi yolu yok herhalde: Onca aksiyonun içinde mantar gibi duran hareketsiz bir adama dönüşüveriyorum. Neden sonra fark ediyor birisi. Yanındakine beni gösterip gülümsüyor, “Bu şarkı da tam senlik bu akşam” diyor. Benlik olan şarkı Bebek’te Miami’de tur atmaktan bahsediyor. Ağzına ayamın bittiği yerdeki et kabartısıyla koyasım geliyor. Hayvan derler. Elimdeki bira bardağını kırasım geliyor. Elim kanar, üstüm batar. Kafama çalsam bardağı, minimum hasar. Bunu da bir yerlerden hatırlıyorum, vazgeçiyorum. Masanın bol bol dersten çakanı, haliyle en “havalı” olanı başlıyor beni göstererek anlatmaya: “Oğlum biyokimya uygulamasında hoca geldi, bunu neredeyse öpecekti, sorduğu tüm soruları bildi öküz. Hoca bi’ de dönüp masaya ‘Çalışanın hali nasıl da belli’ falan diyor.”
Amiyane bir tabir var bunun için, kullanıp hayvanlaşmak istemiyorum, masanın taşak oğlanı oluyorum. (Kullandım mı ne)
Kalkıyorum erkenden, yasımı yaşamalıyım.
Yine en “artiz” adımlarımla geçiyorum İstiklal’i. Dolmuşla gitmek istiyorum, akbil falan bozar bu artiz havayı.
Dolmuş sırasına gelirken kafam tekrar dikilmiş, saçlar rüzgarda savrulur vaziyette. Benimle beraber durağa yanaşan dolmuşa doğru hareketleniyorum ağır ağır. Tam elimi kapı koluna atmışken –ki sinema tarihinde ben görmedim böyle bir kapı kolu tutuş, on numaraydım lan- arkadan kaba, hırıltılı bir ses geliyor, “Birader! Hüoop! Sıra var sıra!”. Kaçıncı bozgun oluyor bu akşam akşam, bilmiyorum…
Nihayet oturduğum semtteyim, bir kuruyemişçiye girip ayçekirdeği aldım kendime. Evime girdim, soyundum. Don atlet oturuyorum, çekirdek çıtlamaktan dudaklarım sızlar vaziyette. Sevgiliden kalma diyet kola var evde, ona yumuldum. Ayaklarımda kısmi bir üşüme, artık kombi yakmıyoruz, yerler soğuk, çorap da tabandan delik… “Parmak uçlarım sıcacık” deyip kendimi avutasım var.
Kendi kendime bile kaybedemiyorum lan! Ne çeşit bir trajedi, anlamadım.
Diablo ile tanışan Acun* misali elim kalkıyor havaya hafiften: “Aaabi şaka mı bu?”

*: Youtube'de ara okur, Diablo ve Acun anahtarları ile ara.

Eski Yaz Hikayeleri vol.7: Vahşi Bir At Olamadım

Bir hödükle vahşi at arasındaki farkı bilir misiniz? Bir hödük olmakla vahşi at olmak arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu bilir misiniz peki? Ben söyleyeyim, en azından ikinci soruya cevap vereyim. O çizgi çok kalın, hani her insan evladının kolay kolay geçemeyeceği kadar kalın aslında. Geçebiliyorsa eğer adam o çizgiyi, uğraşmayın, yontamazsınız. Kendimden biliyorum.

Yaz vakitlerini hiç sevmedim; hele ki okulda geçen yazın o ilk günleri... Çok sıcak. Tiril tiril giyinmiş insanlarla yarışabilmek imkansız. Yani aslında baştan klasman dışı kalan kuşaktanım denebilir. Daha ufakken evde annesinin uzattıklarını beğenmeyip çekmeceleri karıştıran, hızını alamayıp annesinin ya da babasının dolabına musallat olan küçük artistlerden olamadım ben. Burnunu annesinin tüm uyarılarına rağmen gömleğinin, kazağının koluna silen çocuklardandım. Bakıyorum da 25 senede çok fazla şey değişmemiş.

Öyle kantinde falan ılık bir meltem gibi kızların suratına suratına çarpamadıktan sonra yazın neyini sevecektim ki... Sıcak, bulantı, bunalım... peh.

Ama o yaz farklıydı, hissediyordum. Bir yerlerden kulağıma kuşlar alt dönemlerden bir kızın ismini fısıldamışlardı. Gururum okşanıyordu inceden. Ilık bir meltem olamasam da birilerinin gözünde soba zehirlenmesine sebep olacak türden bir lodosu çağrıştırmıyor olmak güzeldi. Ama gözüm başkasındaydı; modern çağın ruhu, Tom Robbins'in anlatmak istediğini anlamak senelerimi alacaktı: "Mükemmel aşkı yaratmak yerine vaktimizi mükemmel aşıklar arayarak heba ettik."

Başka bir kız vardı, evet. Pek özgüven patlamaları yaşayarak "Bak kuzum, izdivacına talibim ey burnunua meftun olduğum" deyip kız tavlamaya çalışacak cinsten bir adam değildim; yani o küçük ayrıntıyı öğrenene kadar. "Birisi beğenmişse diğeri neden beğenmesin" sorusu kafamı sürekli meşgul eder olmuştu. Hali hazırda erkek dediğinin kapasitesi belli, ereksiyonuyla dengesini aynı anda muhafaza edemeyen bir cinse mensup gencin bu şartlar altında doğru kararlar verebilmesi mümkün değildi doğal olarak.

Küçük sanrılar git gide büyür böyle durumlarda. Bir kez göz göze gelmeye görsün adam, "Tamam abi işte, hatun da beni kesiyor, tamamdır, biraz da ağırdan sattım mı kendimi, ohooo daha n'olsun kanka"... Yankılanır durur kafada.

Gözümüzü planlar dünyasına açmış veletleriz bizler, hep planımızın olması gerekir. Hesapsızca, dürtülerimizle bir şey yapmayı bırakalı çok oldu, beynimizde bir korteks gerçeği var hani. Kelime anlamı bile kabuk olan bir yapıdan ne medet umulur aslında ya yine de yeni kodlar böyle emrediyor. Planlar, stratejiler...

Birkaç gece boyunca yaptığım hesap kitaptan sonra standart bir kızın gönlünün anahtarının "kuul"luktan geçtiğini buldum. Yani tanımlamalar karışıktı, "babyface sevmem" ile "ay o ne mağara adamı gibi"nin ortasında uzlaşmak istemiyorlardı. "Çok inek bu ya, konuşulmaz bununla" ve "Ay o çok fırlama bir adam, ayakta uyutur kızım seni" arasında da makul bir nokta yoktu. Yumdum gözümü ben de, verdim "kuul" havasını beline beline... Vahşi bir at gibi olmalıydım, yelesi rüzgarda ahenkle dalgalanan vahşi bir at... Okulda sürekli odun yutmuş gibi geziyordum artık, daha kral giyiniyordum, göz teması kurmuyordum kimseyle. Sadece bazen hatuna bakıyordum, göz göze gelir gelmez de gözlerimi hafifçe devirerek "Sıkıcı oldu buralar ya, yeni heyecanlar lazım bize abi"yi salıyordum ortama...

Sonra bir gün, okulların kapanmasına birkaç gün kalmışken, hani rezaletin kıyısından dönmeyi sadece üç beş günle kaçırırken bir şey oldu. Kıza bakarken birden ayaklandı kız, bana doğru gelmeye başladı. Ellerim titremiyordu, "kuul" olmalıydım, "kuul"dum ben, sabit durmalıydım, kız yaklaştıkça ben arkadaşlarıma doğru dönüyordum. Kız yaklaştıkça daha yüksek sesle konuşuyordum, daha da yüksek, gırtlağım patlarcasına konuşuyordum resmen, kız yaklaştıkça topuklarımı götüme vura vura kaçasım geliyordu ama ben "kuul" olmalıydım.

Omzuma dokundu kız, dönmedim hemen, vahşi bir attım ben, kolay lokma olmazdım, bir daha dokundu, bu sefer dönüp "Ne vardı?" dedim. Hayatımın karabasanı tam da üzerime çökmek üzereydi ya, atmosfer uygun olsun diye bir bulut bir anlığına güneşi örttü, kız da açtı ağzını yumdu gözünü "Ay gerizekalı mısın sen ya!!! Ne bakıp duruyosun öyle yaa! Hayır bir dahakine erkek arkadaşım kıracak ağzını yüzünü, o olacak, başımıza bela mı olucan sen yaa!"

Bol ünlemli "yaa" içinde kalmıştım, ne yapacağımı bilemedim, keşke bağırmadan efendi gibi derdini anlatsaydı diye düşünüyordum, çekerdi kenara "bi' dakka gelsene birader" diye, anlatırdı yani, ne var bunda bu kadar kızacak canım...

"Sana öyle gelmiştir, bakmıyorum ben sana falan" dedim. "Ay hala artistlik peşindesin gerizekalı yaa!! Sakalındaki ketçabı sil de sonra konuş sen avanak!" deyip döndü kıçını, uzaklaştı.

Daha ne kadar kötü olabilirdi ki... tutunacak dalım, sığınacak kıyım yoktu sanki, dipsiz kuyularda ipsiz kalmıştım adeta...

Kütüphaneye doğru koştum. O alt dönemdeki hatun arkadaşlarıyla hep orada takılırdı, koştum, kan ter içindeydim. İçeri girmemle alt kata inen merdivenlerden kızınve arkadaşlarının çıkıp köşeyi dönmesi bir oldu, arkadaşı "boşver hödüğün tekiymiş zaten artist, üzülme" diyordu kıza.

Hiç şüphem yoktu, o hikayedeki hödük bendim, hödüklükle çekici bir vahşi at olmak arasında fersahlarca kalınlıkta bir çizgi vardı ve ben o çizgiyi aşmayı başarabilen nadir insanlardandım.

Eski Yaz Hikayeleri vol.5: Çeşme

Biz çok şanssız bir nesiliz.

Artık kamışa yürüyen suyun basıncından duramaz hale geldiğimiz yaşlardaydık. Ailelerin olmadığı bir tatil geçirmeye karar verdik beş arkadaş. Allem ettik kallem ettik derken aile efradından izinler alındı. Ne yazık, hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye bu kadar hevesli oluşumuzu ilerleyen yıllarda gülerek hatırlayacaktık.

Daha yola çıkmadan birkaç gün önce başlıyordu talihsiz serüvenler dizisi. Aileyi tatile yolladıktan sonra evi boş bulunca özgür tatil tayfasını çağırdım. "Birada yeniyiz" falan demeden deve yüküyle bira sırtlandık marketten. Balkon serin balkon güzel lakin bira kızların hali hazırda ortamda yoklarken sadece isimleri geçtiğinde bile kanın büyük kısmını penise pompalatabildiği o yaşlarda adamı çarpıyor. Süngerleşmek de yaşla oluyormuş, dipnot olarak düşeyim.

Ilk kafayı bulan Deniz oldu. Patlatılan komik bir ayrıntıya gülmek isterken koca kafası hızını alamıyordu, adeta Deniz'den ayrı bir organizma gibi hareket ederek yanına çöktüğü duvara çarpıveriyordu yuvarlanan bir yumurta misali.

Deniz bayıldı. Tokat falan kesmeyince soğuk suyla ayılttık. Evlere dağılma vakti gelmiş demekti bu küçük çaplı felaket. Deniz'i beraberce eve götürdük.

Kapıyı Ekrem Amca açtı. Deniz'in alnındaki şişliği görmemesini umuyorduk ama şansımız o akşam hiç yaver gitmemişti. Daha kötüsü ise Deniz'i teslim ederken tatil tayfasında olmayıp o akşam bize katılan Onur'un Ekrem Amca'nın elini tokalaşır bir vaziyette kavrayıp kulağına eğilerek yarı özür yarı nasihat şeklinde çocuğun üstüne fazla gitmemesini söylemesi olmuştu. Bu kadar da sarhoş muhabbeti fazla değil miydi?

Ekrem Amca'nın Deniz'i yollamaktan vazgeçmemesi büyük jest oldu.

Birkaç gün sonra yola çıktık. Seçtiğimiz yer Çeşme Ilıca'ydı. Otobüs pek keyifli, feribotta kız kesmece oynamak çok eğlenceli. Ama küçük bir "spoiler" vardı o akşam, biz anlamadık sadece.

Çeşme'ye vardığımızda pansiyon pansiyon gezip, emlakçı emlakçı dolaşıp cepleri kalacağımız yere boşaltmamız gerekeceğini fark ettiğimizde ilk şoku yaşadık. Biz o sene kazığın büyüğünü magazincilerden yedik.

Envai çeşit gece kulübü çadır şeklinde diskotekler açma modası başlatmıştı ve magazin gazetecileri de aynı süreçte in-out kelimelerini öğrenmişlerdi. Ilk kez ve o yaz en fazla kullanılan sözcükler "Çeşme in-Bodrum out" oldu. Fiyatlar da tavan yaptı haliyle.

Nihayet beşimiz için de birer yatağın olduğu bir ev bulduk. Cepleri boşalttık ve makarna -ketçap moduna geçtik.

Markette sadece makarna ve ketçap alıyorduk, çok fazla makarna vardı sepetimizde; daha da çok olmalıydı, sadece makarna olmalıydı, makarna iyiydi, besleyiciydi, tok tutardı, makarna candı ciğerdi...

Kendimizi plaja atabilmiştik nihayet. Beş sap yan yana serildik, biraz denize girdik. Gözlerimiz akran karşıcinslerimizin üzerindeydi. Ama bir bakış bile yakalayamıyorduk. Olmuyordu. Akşam masaya yatırılması gereken bir mevzumuz vardı artık.

Sahi lan, kızlar neden bakmıyordu bize? Dışarı çıkmadan evvel buna bir çözüm bulmalıydık. Pascal olmaya gerek yok, beşli grubu dışarı çıkarken iki ve üç kişilik gruplara böldük. Bizde hiç kabahat yoktu çünkü, kalabalıktık, her birimiz için diğer odunlar potansiyel kızsavarlardı ve yalnız takılmalıydık. Biz aslında süperdik de kalabalıktık.

Hiçbir şey değişmedi sevgili okuyucu. Günler günleri kovalarken biz hep sap başımızaydık. Çok makarna yiyorduk, gece çıkarken Musa adlı bıçağımızı alıyorduk, halı saha yapacak adam bulmuştuk ve halı sahadan kilometrelerce yürüyerek dönüyorduk eve taksi paramız olmadığından. Lunapark'ta önce kazandırıp sonra kaz yolar gibi adam yolan oyunlarda da olan paramızı kaybediyorduk, jet-ski kiralamanın hayalini kuruyorduk ve bunları hep sap başımıza yaptık, evet.

Tatilin sonuna yaklaşırken bir yat gezisine katıldık. Hani şu 20 liraya bütün gün gezdirenlerden falan...

Çağdaş bütün tatilin acısını çıkaracaktı. Çağdaş kararlıydı. Çağdan çoktan Nazım'ı, Fırat'ı, Deniz'i, Tolga'yı gerisinde bırakmıştı, Çağdan bir hatun görmüştü.

Ama nasıl olacaktı? Aklına bir fikir geldi Çağdaş'ın. Biz artık sadece izleyiciydik. Çağdaş kızın oturduğu yere yaklaştı. Elinde gazeteler vardı. Kızın gazetelerden birisini ödünç isteyebilme ihtimalini sevmişti Çağdaş. Kız ikisinin arasına konmuş gazetelere kaydırdı bakışını. Galiba olacaktı bu sefer.

Ama biz geride dört kişi olmalıydık? Kim eksikti? Kim kayıptı?

Tolga'yı Çağdaş ile kızın oturduğu yere yaklaşırken gördük, Tolga elinde bir sigara ile o tarafa doğru gidiyordu. Tolga'nın her adımı Çağdaş'ı daha da geriyordu.

Tolga ikilinin arasındaki gazetelerin üstüne, tam da ikilinin arasına ıslak şortuyla şap diye oturuverdi ve kıza dönüp "Pardon, ateşin var mıydı?" diye sordu.

Biz o tatili en azından birimizin muzaffer bir edayla sırıtarak bitireceğine çok inanmıştık, olmadı, olamadı.

Hayat acımasızdı, erken tanıştık bu gerçekle.

On sene sonra bu kez Çeşme Sheraton'da buluşmak için sözleştik. Şeytanın bacağını kırmak için geç kalma ihtimalimize karşı bu kez Sheraton'da olacaktık, evet.


*Ne yazık, bu hikayedeki Ekrem Amca ve Tolga göremeyecek bu buluşmayı. Muhtemelen buluşma da olmayacak. Huzur içinde uyuyun.

Eski Yaz Hikayeleri vol.3: Bir Zamanlar Bütünlerken

-Kahve de bisküvi de bitmiş lan, çıkıp almak lazım…
-Çıkarız, benim işim var önce ama, yarım saate halletmiş olurum, arar gelirsin.
-Tamam, ancak duş alıp hazırlanırım zaten.

Ağır adımlarla indim aşağıya. Taş koridorlar bomboş, okulun bir nefesi var ve bu boşlukta çok daha net duyuyorum şimdi ciğerlerinin hareketlerini. Dışarıda fazla güneş var bir akşamüstü için. Kötü vakitler bunlar.

Bütünlemelerle uğraşıyoruz iki arkadaş; ben ve Onurcan. Benim nasıl kaldığım belli değil, seneiçi ortalamam fena değildi de derslerin yıllık oluşu korkutmuştu sanırım, çalışmamıştım. Zaten mühendisliği sevmiyordum.

Onurcan istediği yerde olmakla beraber etüt ağabeyliği yaptığımız o yıl içinde düzensizliği düzen bellemişti. Yattığı yer saçmaydı, kalktığı saat saçmaydı, gittiği ders saçmaydı. Bir dersten kaldı o da…

Bombok günler, evet. Yineleme ihtiyacı hissettirecek kadar bombok. 2006 haziranı, Almanya’da dünya kupası maçları oynanıyor. Biz izleyemiyoruz. Etüt ağabeyliği yaptığımız lisede çocuk falan kalmadı, bir tek biz, yemek yok o yüzden. Bütün günü bisküvi-kahve ikilisiyle geçiriyoruz. O kadar ki bisküvi ve kahvenin bittiği ilk sefer nasıl paniklemiştim, gözlerim karardı, ağzımdan kesik kesik “bitti lan bitti lan” gibi kelimeler dökülüyordu.

İşte yine bitmişti. Çok çabuk bitiyordu, çok fazla bitiyordu.

İstiklal ishal olmuş bebek kıçından daha beter bir haldeydi. Bu kadar insan, necaset, dışkılama.

4 gündür üstümü değiştirmemiştim… Hemen yanlış anlamayın kuzum, duş alıyordum elbette, ama üstümde hep aynı tişört ve şort; yatarken, çalışırken, kalktığımda… Zaten artık çok fazla yatmıyorduk, kahve ömrümüzü bellemekteydi. Gözlerimizin altında yumruk gibi torbalar.

Yürürken bardak ve çay kaşığı da almak gerektiğini düşündüm. Küf tutmuştu bulaşıklarımız, kirliydiler ve yıkanmadıkları için ilginç bir mini-flora halini almışlardı.

Birkaç saat evvel duş aldığımdan terlik hala ıslaktı, o zamanlar İstiklal’de sürekli oyuklar, delikler, toz toprak. Güzelim döşemeleri söküp yerlerine abuk taşlar koyuyorlardı.

Ayaklarım çamur oldu, evet. Yaz günü, ortada bir damla yağmur yokken ayaklarımda çamur vardı. Öyle boka batmış gibi değildim ama vardı işte, yapışmışlardı ıslak terliklerime ve ayaklarıma.

İşte oradaydı. Elinde dergiler. “Hadi ama” diyordum içimden, “sen bu değilsin canım, hadi ama”…

Bana bakıyordu, yanına yaklaşıp selam verdim. İlk söylediği şey “almak ister misin” oldu. Almayacağımı biliyordu. Neden dedim. Arkadaşları oradaydı, üstelik sürekli bir hareketlilik eylemlilik hali vardı. Fazlası gerekir miydi? Bana bunları söylemedi. Tercih meselesi gibi afaki bir şeyler yuvarladı.

Dizlerimle ağzına girişesim vardı, kadındı ama nihayetinde, hem İstiklal’in ortasında… Üstelik “şiddete hayır” diyorduk.

“Görüşmeyiz herhalde artık” dedim, “Evet” dedi. Döndü yavaş yavaş, uzaklaşıyordu, dergileri yine yukarı dikmişti.

Dişlerine dirsek atasım vardı ama yapmadım, insan nihayetinde, canı yanar. Öyle etrafındaki örgütlü arkadaşlarından korktuğum için değil, insan lan, yazık…

İşte yine bitmişti. Çok çabuk bitiyordu, çok fazla bitiyordu.

Arkamı döndüm ve Onurcanla burun buruna geldik, anlamış olacak. Sırıtıyordu. Neden güldüğünü sordum.

-Kıçında sapsarı ter izi var lan götünün hatları boyunca…

Öylece kalakalmıştım. Arkamı döndüm, o da bana bakıyordu, dergileri indirmişti, o da sırıtıyordu.

Onurcan dönmüş giderken günlerdir giydiği eşofmanla dışarı çıktığını gördüm. Salak nasıl becermişse, onun da kıçında diş macunu lekesi vardı. Gülmeye başladım. Herkes sırıtıyordu ya, ben onlara inat kahkaha atmaya başladım. Dönüp yanıma geldi Onurcan, “Niye gülüyon lan?” diyordu. Söylemedim, deli s.kmiş gibi gülüyordum. En sonunda önce sol yanağıma sonra da sağ yanağıma bir tokat yedim, sakinleşmiştim.

Markete gitmeden önce bir fast-food salonuna girip en büyük menüden ikişer tane söyledik, 3 tane köfte vardı her bir hamburgerin içinde. Kişi başı 25 lira gibi bir şeyler ödedik. Evlat acısı gibi, hala nah şuramda taşırım, nah!

Markete girerken bardak ve çay kaşığına da ihtiyacımız olduğunu söyledim. Onayladı. Anormalliğin sıradanlaştığı şu hayatta o kadar bayağılaşmıştık ki sepetimizde kahve bisküvi, süt tozu, mısır gevreği süt ve biraz daha bisküvi vardı. Bardak ve de çay kaşıkları tabii.

Ödeme yapılacağı vakit cüzdanı yanıma almadığımı söyledim ona. Tüm parayı da hamburger ve patateslere bırakmıştım. Bana baktı, “Hay ben senin” ile başlayan envai çeşit sinkafı sıraladı sonra. Yüzünden görünüyordu, dizleriyle dirsekleriyle dişlerime vurmak istiyordu, alnımın çatında bir çukur açmak istiyordu. Dişlerimin leblebi gibi ağzımda dönmesini istiyordu.

İnci gibilerdi ama onlar, kıyılır mıydı hiç! Kıyamadı. Dişlerim süperdi lan sahiden.

“Liseye döndüğümüzde üstümü değiştirdim.” Ben bu cümleyi kuramayacak kadar bayağıydım. Kıçımdaki terli şortla bir süre daha yaşadım. Sınava da onunla gittim. Dersten geçtim. Yine de mutluyduk evimize dönerken. Gözaltlarımızdaki torbalar, parmak kenarlarındaki yaralar, yanlardan açılmaya başlamış saçsızlaşan kafalar.

Hem o kadar kahve içerken dişlerimin sararmaması mümkün müydü, sarı dişler…

Peki o gün Onurcan neden bana diz vurmadı?

Eski Yaz Hikayeleri vol.4: Düğün

Yaz gelmişti yine, doğulu bir ailenin ferdi olarak onca derde bir de düğün sezonunun açılışını eklemiştim. Öyle havaya kurşunlar sıkarak, günler ve geceler boyu tepişerek kutlanmazdı bizde evlilik ve sünnetler. Fakat raconu vardı elbet. Kına gecesi olurdu muhakkak. Bir sokakta, kahvehanede, bir dernek lokalinde, bir yerlerde işte.
Yemeklidir kına geceleri, gençler dağıtır yemekleri. Ayran ve etli bulgur pilavı verilir genelde. Benim beceriksizliğim ortada da yiğitliğe bok sürdürmeyeceğim ya, en önde ben atılıyorum tüm işlere; “Haydi abicim, uzat şu tepsiyi”… Senin neyine lan o tepsi, kıçımdan terler akıyor dökmemeye çalışırken. Açık alan neyse ama kapalı mekanlarda bir de sandalyelerin arasından geçerek dağıtmak lazım yemekleri. Hem bir tabağı hızlı bir şekilde yukarıdan masaya indirmek kadar zor bir şey görmedim… İlla ki belli bir eğimle inecek ya masaya, dökülmemesi ihtimali yok.
Düğün kına gecesini takip eden gün yapılır genelde. Bu kez kurtuluş yok, bir salonda yüzlerce insan. Korkunç bir ses düzeni. Amatör salon müzisyenlerinin tizleri ayarlamaktan aciz, ellerinde oyuncak ettikleri ses sistemiyle kafaları becermeleri. Katlanılır gibi değil. Kısacık bir süre susunca org, hemen takı töreni. Uzun uzun sayılan isimler. Kimden kaç para geldiğinin ilanı. Uzaktan akrabaların fonda zarf arayışı ve mikrofonda “bir miktar para” ile anılmaları.
Sonra davul zurna, şanslıysak klarinet. Bitmek bilmiyor, bütün şarkılar potpori, bir düğünde doğunun bütün müzik mirasını kullanılıyor.
Kuzenin düğünü. Buraya kadar aynı senaryo. Fakat buradan sonrası unutmak istediğim türden. Akrabaların hepsi annemin önderliğinde gayet ısrarcı bir şekilde üzerime geliyor. “Kalk, halay çek.” Ben halay çekmem. Çekmedim daha önce, çekmeyi sevmem. Talihsizlik bu ya, ailenin hepsi pek meraklı bu halay olayına.
Halayı tanımayan basit bir tepişme olarak bilir. Şimdi grevlerde çekilen halaylar, eylemlerde çekilen halaylar… bunlara girmeyeceğim. “Düğün salonlarında ne olacak ki lan halaydan” dediğinizi duyar gibiyim.
Halay çekmek en önemli sosyalleşme yollarındandır. Kız ya da oğlan halaya katılır, beğeneni de hemen yanına giriverir. Beğenilen kişi kaçarsa iş yaştır. Aksi durumda ise o düğünden bir yıl kadar sonra bir düğün daha olacak demektir.
Düğün gecesinin sabahını anımsıyorum, annemin duygu sömürüsü, “Bir kere de adam gibi göreyim seni, takım elbise giy!”… İtiraz ediyorum ya işlemiyor, gayet kararlı.
Şimdi halay diye üstüme geliyorlar, bahanem hazır, “Sıcak, üzerimde ceket, boynumda kravat… Oynayamam böyle…” Annem canhıraş, atılıyor, çıkarıyor kravatı boynumdan. Arkamdan teyzem yapışıyor ceketime. Güç bela giydirdiklerini halay aşkına çıkarıyorlar. Ne aşk be!
Bu kararlılıkla ve halay aşkıyla devrim yapabilirdi o kuşak, yapamadılar.
Kuzenlerin arasına giriyorum, iki ileri, topuk yerde, iki geri… Sırtım su içinde, aklımda bin sinkaf. “Ne işim var lan benim burada, CNBC-e izleyip caz dinleyen, Radikal okuyup film festivallerini takip eden bir adamım ben”… Şaka lan şaka, ciddi değilim, yüzümde 32 diş, tekmili birden görünüyor sırıtırken.
5 dakika sonra hemen çıkıyorum aradan. İzlemeye devam ediyorum. Kuzenlerden birisi karşı taraftan bir kızın yanına kaykılıveriyor. O sırada halay başı çoşuyor. Oyunu Erzurum işi çepkeye bağlıyor.
Ne bağnazlık, aman yarabbi!?! Araya siyahi hiphopçu zibidilerden apartılmış birkaç hareket serpiştirmişler gibi, dirsekler ileri geri, ayaklar Jamiroquai’in Jay Kay’inin ayakları misali bir sağa bir sola çaprazlanarak hareket ediyor. Derdimi anlatacak kimsem yok, hakir görüyorum onları, “Jay Kay’i tanımazlar” diyorum, “binlerce şapkası olan o güzel insanı tanımazlar” diyorum. Tamam lan tamam, bu da şaka... Sokayım Jay Kay'e, zaten ayağını da burkmuş...
Tepiş tepiş tepişiyor gençler. Ailenin yaşlıları kalktı mı saygıdan yıkılacak gibi oluyorum,o ayrı. Yıkılmayacak binalar gibi dimdik, ağır hareketlerle çekiyorlar halayı. Ama şu gençler yok mu! Kızlar topuklularıyla ayak uyduramıyorlar. Kuzenin yanındaki kız da kaçıyor haliyle… Kuzen şaşkın, kestiremiyor sebebi, kendisinden mi yoksa çepkeden mi kaçmıştı kız. Şaşkınlık yerini halaybaşına duyulan öfkeye bırakıyor ve yüzünde “Seni bir yakalarsam ağzını yüzünü kırıcam, meymenete bak hele, meymenetine sıçayım senin” bakışları hasıl oluyor.
Salonun büfesine doğru topukluyorum, orası daha elit insanlarla dolu olabilir belki. Peh, sanki benim götümden damlayan ter fransız burjuvazisinden miras...
Gördüklerim karşısında kanım donuyor. Nefes alamıyorum. Kesif kokulu bir ortam, herkesin önünde bira ya da üçüncü kalite viski. Sigara dumanı sabitlenmiş gibi, hareket etmiyor, öylece baş hizasında duruyor.
Yaşları daha büyük buradakilerin, amca dediklerim… Birisi yakalıyor beni, “Oo doktor bey, gel bir biramızı iç, biraz anlat bakalım” diyor. Kaçmak için bahane arıyorum, bulamıyorum. Oturuyorum yanlarına mecburen. Hemen bir bira konuyor önüme. İçiyoruz beraber. Okulu soruyorlar, hayatı soruyorlar, kaç yılım kaldığını, ileride ne doktoru olacağımı soruyorlar. Sonra hayatla ilgili bir sürü şey anlatıyorlar, tavsiyeler, öğütler...
Bir boş kalkarken yerini bir dolu bardak alıyor hemen. Yavaştan başım dönmeye başlıyor, garip bir gülümseyiş oturuyor yüzüme. Kalkıp halay çekmeye gidiyorum.
Koyveriyorum kendimi, güzel üniversite ortamıma küfrediyorum, insanlara lanet okuyorum, “Back to roots oldum lan” diye mırıldanıyorum. Kendime de küfrediyorum sonra.
Götümü geniş geniş yaymış yazarken ekleyesim geliyor şimdi: sülale havası iyidir, seviyorum lan çekirdek aileden daha kalabalıkça olmayı... Tüm bunlar sadece şaka; dalga geçiyorum. Geçmeyeni de vardır herhalde, değil mi?

Eski Yaz Hikayeleri vol.2: Değişikliği Hiç Sevmem

Sıkıcı bir okul günü. Küçük bir yokuşun sonunda fakülteden dışarı atıyoruz kendimizi. Benim aklımda planlar; sırtımdan damla damla terler yuvarlanmaya başladığı vakit beceremediğim şeylerle ilgili yaz planları kurmanın vakti gelmiştir, bunu bilirim.

Trafiğin pis saati, yavaş ilerliyor arabalar; yanımda arkadaşım, kafamızda dekor misali uzadıkça kıvırcıklaşan saçlar, arabanın camından dışarı sarkmış bir piç. Reklam piyasasının biz kıvırcık saçlılara en ekşi armağanı… Tam da “ abi” deyip giriyorum lafa, piç bölüyor önümüzden geçerken, “bonus kafalar, bonus kafalaaar”…

İnceden dağılıyorum ben, gülsem mi yoksa iki balta, biraz daha sempatik görünmek uğruna katlandıklarımıza kızsam mı bilemiyorum. Veriyoruz kendimizi işin kritiğine. Dostumun pek benimle paylaşası yok işin kaymağını, “oğlum kıvırcık olan benim lan, sen ne alınıyorsun ki”…

En iğrenç kıvamını yakalamışım saç denilenin, ne kıvırcık ne düz; bir garip dalgalanmış, durulamamış… Hak veriyorum içten içe ama yine de ona karşı ucunu bırakmam, “oğlum çocuk çoğul konuştu lan, yani tekil de diyebilirdi ki… demedi ama lan işte”. Peh…

Kısa bir süre susuyoruz. Önce laf finallerden açılıyor sonra haliyle yaz tatilinden konuşmaya başlıyoruz. Daha doğrusu ben anlatıyorum o dinliyor. Kendimi kollarına atacağım yaz aşklarım, mağrur maşuk halleri… Bekle beni Akdeniz, sana geliyorum…

“Oğlum” diyorum, “bu yıl bildiğin gezerim lan ben. Dersler falan kral, ortalama iyi, bunca yıldır adam gibi tatile de gitmemişim. Bir yerlere kaçarım, sabahları denize girerim. Biraz musiki sonra, akşamları güzel bir yerlerde balık ve rakı… o kafayla şahane de yazılar çıkarırım. Sabahları koşup kilo da veririm lan, bakarsın güzelce bir kız da tavlarım, tatili tatlı oynaşlarla taçlandırırım.” Bana bakıyor garip garip, “Olur abi, neden olmasın” diyor. Suratında benim adıma hissettiği üzüntü, hafiften “kerizimin hayallerine bak” duruşuna karışıyor. Burnuyla dudaklarını aynı hizaya sokasım geliyor.

“Acıktım, şurada iki dürüm atalım” önerisine olumlu karşılık verip iddialarımı, planlarımı temellendirmeye çalışıyorum. “Niye olmasın ki lan, parayı verip pansiyonda kalıyorum, akşam yürüyüp sabah koşuyorum, yazımı yazıp yatıyorum. İlla ki güzel birileriyle tanışıp gezerim de… Benden iyisi mi var lan!” “Abi neden olmasın diyorum ya zaten, olur yani, sen istedikten sonra”... Harbi dağıtıcam ağzını burnunu ya, arkadaşlık hatırı var.

Dürümcüden çıkıyoruz, sessiz bir yürüyüşten sonra ayrılıyor yollarımız. Evime giriyorum, havasız kalmış, benimle beraber yaşayan iki adam daha var ve pencereleri açmayı sevmiyorlar; düşünün ki etrafımda ne kadar çok adam olduğunu her defasında evdeki kesif erkek kokusuyla yüzüme çarpıyor hayat. İntikamımı almaya kararlıyım ama, “Olacak bu yaz, bu yaz hayal edilmeli biraz”, kafiyeli düşüncelerim. Balkonun kapısını açıp yatıyorum. Odaya oksijen doldukça tatlı tatlı dönüyor aklım, Zerrinler, Zeynepler, Alaralar akıyor gözümün önünden, bikinileriyle… Sahilde oturmuşuz, tepede güneş, yanı başımız deniz, dibimizde altın sarısı kum, ortamızda harıl harıl alev. Sıcak lan, kan ter içinde kalıyorum, çok sıcak… Güneş, ateş, sarı saçlar, kızgın kumlar…

Derken uyanıyorum soluk soluğa, ne çeşit bir kabus bu?

Arkadaşımın evinde kalmışım gece, içmişim belli ki, yatak sırılsıklam terden. Misafir olunan evde yatak takımını kullanılamayacak hale getirmek… daha çok kıvrandığımı hatırlamam. En sonunda çarşaf, pike ne varsa katlayıp yere atılan döşeği de kat kat edip bir araya topluyorum, arkadaşımı ve sevgilisini uyandırmadan kaçıyorum evden.

Otobüs durağına çıkarken apış aramda bir sızı fark ediyorum. Evdeki gerginlikten kurtulunca ağrıydı sızıydı hepsi veriyorlar kendilerini bana vurmaya. Pişik olmuşum. Ayağımdaki sandalette de garip bir kayganlık var, kaldırıma çöküp çıkarıyorum sandaleti, küçük bir parça domates kabuğu görünce üzerine kusulduğunu anlıyorum, sanırım ben yaptım o işi de… Eve gitmek için Taksim’den bir kez daha otobüse binmem gerekecek ve beklemelerle beraber yaklaşık 2 saatlik yolu pişik olmuş, terlemiş, üzerine kustuğum bir sandaletle eve ulaşmak zorunda kalmış olarak almalıyım.

Otobüste en arka köşeye geçiyorum, hafta içi öğle öncesi saatleri… Kimse yok otobüste, bir kabus daha yaşamaktan kurtuluyorum.

Eve gidip içeri giriyorum, açlıktan bitik durumda… Her sabah aynı kahvaltı: karpuz, domates, üzüm, peynir. Değiştirmiyorum menümü. Her akşamkinden farklı bir şeyler yediğimde kendimi pişik olmuş bir vaziyette bok içinde buldum.

“Değişikliği hiç sevmem zaten, iyiydim ya, takıldım evde mis gibi” dedim arkadaşıma geçirdiğim yazı anlatırken. Bir kez daha becerememiştim. “Güzel abi” dedi,. Artık vakti gelmişti, ilk kez birine yumruk atacaktım.

Eski Yaz Hikayeleri vol.1: Ekmek Parası

Her salı muhakkak pazar yoluna vuruyoruz kendimizi. Genelde ev arkadaşlarımdan biriyle beraber gidiyorum alışverişe ama bu kez yalnız çıktım. Ufak huzursuzluklar vardı evde. Kimin ne iş yaptığı belli değildi. Herkes en çok kendisinin çalıştığını iddia ediyordu ama ne hikmetse eve yapışmış t.şak kokusu ve boktan görüntü bir türlü yok olmak bilmiyordu. Evet, kadın-erkek ilişkilerindeki o alışkanlıklardan kaynaklanan tatlı huysuzluklar yoktu, ayrılmak falan gibi kelimeler geçmiyordu, geçemiyordu. Hep adamdık, hepimiz adamdık ve ayrılma tehdidinin hiçbirimiz üzerinde işe yaramayacağının farkındaydık.

Bu şekilde tartıştığımız bir gün kızıp “Ben giderim lan pazara, dokunmayın bulaşığa, dönünce onu da yıkarım.” dedim. Demez olaydım, ikisi de götünü dönüp televizyon izlemeye devam ettiler. Ben “Tamam kardeşim, arkadaşım, hallederiz iki dakikada.” tavrı beklerken onlar “Halletsin keriz, posta koymayı biliyor.” tadında bir sırıtışla oturuyorlardı. Mecburen çıktım evden.

Adımlarımı sürüye sürüye gidiyordum. Güzel döner kokuları geliyordu. Cebimdeki üç beş kuruş parayla leziz bir ziyafet çekip evden ayrılmayı düşündüm. Ama nereye gidecektim? Finaller de dayanmıştı kapıya. Mecburen vazgeçtim yemekten.

Artık tanış olmuştuk pazar esnafıyla. Hep aynı insanlardan yapıyorduk alışverişimizi. Öğrenci olduğumuzu da biliyorlardı. Ne iyi insanlardı şu pazarcılar. Her defasında poşeti tartıdan alıp bize uzatırken içine tezgahtan iki üç parça bir şeyler atarlardı, “Gençsiniz, yersiniz” derlerdi. Malın da iyisini verirlerdi üstelik. Gerçi çok mühim şeyler almıyorduk, hıyar dediğinin iyisinden ne olacaktı sanki…

Ahmet amca, benim için azar azar domates salatalık falan tarttı. Sonra yine poşete bir iki parça bir şey eklemek için poşeti açtı. Önce bir iki tane domates attı. Sonra bir tane salatalık. Durmadı, kabak attı, patlıcan attı. Poşet küçük geliyordu, bir demet ıspanak sıkıştırmaya çalışırken bir yandan da “Gençsiniz, yersiniz, eve manita atıyor musunuz lan, onları da yersiniz, yiyin aslanlarım, yarasın. Benim yerime de yiyin.” gibi manasız laflar ediyordu. Durmak bilmedi, o poşeti taşıyamazdım ki ben, dur diyemedim yine de. Önümde sinir krizi geçirir gibiydi, kızardı, bozardı. En sonunda yanında çalışan oğlu poşeti kaptı babasının elinden, uzattı bana, “Git kardeşim, allah allah ya, görmüyor musun adamın halini, uza hadi uza” dedi.

Üzülmüştüm, kırılmıştım.

Alışverişi tamamlamış pazardan çıkmak üzereydim. İlerde küçük bir tezgahın önünde üç kız durmuş, dikkatle tezgah üzerindeki makyaj malzemelerini inceliyorlardı, yakından bakıyor, kokluyor, elliyorlardı. Fiyatlarını sorup birkaç parçayı kenara ayırdılar, alacaklardı galiba.

Bu noktada içimdeki doktor adayı “Sorumlulukların var lan” demeye başladı. Durmuyordu. Ben yürüyüp gitmek istiyordum ama o aynı az önceki Ahmet amca gibi sayıklamaya başlamıştı, “Tezgah altı imalathanelerde o makyaj malzemeleri bu kızlara neler yapar farkında değil misin! O cici ciltlerini bozar, taş gibi onlar oysa, sen doktor olacaksın, müdahale etmelisin, yaklaş yaklaş, gitsene lan yanlarına.”

Arkalarından yaklaştım. “Hanımlar merhaba” dedim. Sesim çok toktu. Bu tonla devrime davet etsem gelirlerdi peşimden, evlenelim desem boynuma atlarlardı. “O malzemeleri almayı düşünüyorsunuz galiba ama onlar yasal olmayan yollarla imal ediliyorlar, kanserojen onlar, cildinizi bozarlar. Almayın onları. Bakın ben doktor olucam, okuyorum, ordan biliyorum. Bizim bi biyokimya hocamız vardı, o hep anlattı okulda bunları, onları almayın.” Kızlar anlamsız anlamsız yüzüme bakıyorlardı. “Bırakın onları kızlar, bak beni dinleyin, gidin üç beş kuruş fazla verip orjinalini iyisini alın, doktor olucam ben, biyokimya hocam dediydi bunları hep bana.” deyip saçmalarken arkamdan ensemin köküne yediğim tokatla kendime geldim. Ağza alınmayacak küfürler uçuşuyordu havada, durmadan sağlı sollu yumruktu tokattı, ne varsa suratıma iniyordu.

Araya girip ayırdılar. Sonradan öğrendim ki kızlardan birinin abisiyle tezgahın sahibi beraberce dalmışlar bana.

Elimde poşetlerim, bir ayağım çıplak  -ayakkabılarımdan birisi arbede esnasında ayağımdan çıkmış- eve doğru gidiyordum. Tam pazarın çıkışında “Ekmek parası be evladım, milletin ekmek parasıyla oynamaya utanmıyor musun sen!” diye bir ses duydum. Baktım sabun, kese banyo lifi falan satan bir teyze söylüyordu bunları.

İçimdeki şeytan kaçmıştı, “Ah be güzel teyzem” deyip ellerine sayılmak istedim. Vazgeçtim. Ya yine toplum yanlış anlasaydı beni!

Kafamın içinde ekmek parası yankılanıyordu. Eve geldim. Bulaşıklara dokunmamışlardı. Gözlerini televizyondan ayırsalar yediğim dayağı fark edebilirlerdi ama yapmadılar.

Hıncımı bulaşıktan çıkardım.