8 Mayıs 2013 Çarşamba

kendime yıllık yazısı-halbuse çok popülerdim lan?!?!


Bir de böyle deneyelim.
Durmadan açılan kapanan, birbirine eklenen parantezlerden ibaret hayat. Muhtemelen işlem önceliği var, aritmetiğin emri ne de olsa, ama biz asla çözemedik kuralları tam olarak; dönüp sağlamasını yapamadık haliyle.
Ürkekçe anfide arka sıralara sığınıp ne döndüğünü kavramaya çalıştığımız zamanları hatırlıyorum. Onlarca farklı şehirden, yüzlerce farklı okuldan gelmiş bir dünya çocuk, her biri ayrı dünya.
Aradığımız cevaplar için gelmemiştik çoğumuz tıbbiyeye; sadece doktor olacaktık aslında. Sonra fark ettik ki cevapları bulabilmek şöyle dursun, soruları bile değiştiriyordu fakülte; yeni soruyu ararken cevabın peşine dahi düşemeden kaybolmak çok kolaydı. Biraz cesaret lazımdı yaşamak için.
Ufak bir dönüşüm başladı hepimizde, tartışmasız Gregor Samsa'nınkinden daha ağır bir dönüşüm. Ancak vaktimiz vardı, çok fazla vaktimiz vardı, farkına bile varamadık trajikomik değişikliğimizin. Yani en azından bir sabah hamamböceği olarak uyanmadık.
Anatomi pratik salonunda göğüs kafesi sökülmüş kadavranın sırt kaslarını incelemek için kadavrayla göğüs göğüse kucaklaşarak çevirir olmuştuk. Halbuki ilk günlerde kadavraya bakamayanlar vardı.
İlk kez fizyoloji pratiklerinde birbirimizi delik deşik edecektik enjektörle damara girebilmek için. Halbuki değil kan almak, enjektör görünce fenalaşanlar vardı.
Çocukken karanlıktan korkup yalnız yatamazdık pek çoğumuz, sabaha saatleri, dakikaları sayardık; biyokimya sınavlarından evvel gecenin güne kavuştuğu aydınlık mavi dünyaya çöktüğünde "biraz daha gece olsaydı ya... hani birkaç saat daha" demeye başladık; biyokimya karanlıktan daha korkutucuydu. Hoş -ev arkadaşı demek haksızlık olacak- ev kardeşlerimle beraberdim, sıkıldığımız her an gidip diğerlerinin çalışmasını sabote edebiliyorduk.
Sanki yavaş yavaş giyinmeye başladık doktorluğu, en çok da bizlere yakışacaktı besbelli. Öyle düşünüyorduk.
Kliniklere geçince fark ettik ki kıyafetten öte bir şeydi doktor olmak. Yenilendik yılanlar gibi, derimizi attık ve o beyaz önlüklerle yeniden doğduk. Dilimiz değişti. Bir şeyin yerini tarif ederken "Abi lateraline bak onun" demeye başladık. Güzel bir kadına bile bakarken evrimsel kaygılarımız oluyordu artık: "Pelvik iskelet yapısı iyi, çocuk doğururken sıkıntı çekmez." Halbuki güzel kadın sadece güzel kadın olmalıydı.
Mesela şakalarımız bile şekil değiştiriyordu.
"senden sonra
kafama göre antibiyotik kullandım,
bakterilerimin ilaç toleransı arttı...
toplumun sağlığıyla oynuyorum... "
Kafa tutmayı öğreniyorduk şanssızlıklara. Kimimiz en kolay hocaya selam verip sözlüden kıs kıs gülerek çıkarken bazılarımız en zor hocalara yenilmiş ve hatta ezilmiş olarak, yine de vakur bir edayla çıkıyorduk odalardan.
Hiçbir şey bir önceki seneden daha iyi olmadı biz fakültede bulunduğumuz sürece. Kafa tutmayı öğrendik ya, sırada birlikte durabilmek vardı. Tamam, şiddet görmek talihsizlikti ancak bin yılın mirasından nasiplendiğimizi, tüm diğer renklerimizden arınmadan altında birlikte durabileceğimiz bir şemsiyemiz olduğunu bu kadar acı bir şekilde öğrendik. Direnmek fakülteye gelmeden önce içine sığındığımız küçük dünyalarımızda ifade ettiğinden daha fazlasıydı ve rengi ve dili yoktu. Bu noktada John Donne'un Hemingway'e ilham vermiş meşhur "Çanlar kimin için çalıyor"unu alıntılamam gerekir lakin her okuduklarında bizim çocukların suratına bir sırıtma yerleşecek, biliyorum.
Son seneye başlamadan hemen önceki gece yazdıklarıma bakıyorum, "Bu gece de öğrenci, yarınsa arafta... ne doktorlar alemine kabul edilmiştir ne de 'öğrenciyim' diyebilecek kertede çıtır kalabilmiştir garibim; karta kestik vesselam!" demişim. Şimdi bizi nehir boyu sürükleyecek olan dalgalara direnecek sala doğru o eşikten geçiyoruz. Hala bilmiyoruz işlem önceliklerini, yan yana yazıp sıralı bir şekilde topladık yılların köpüğünü. Parantezler hala bir sürü, yenileri her bir gün ekleniyor.
En tatlısı demek belki çok iddialı olurdu ancak şüphesiz ki yirmi küsür senenin en ilginci kapattığımız parantez. Kapatıyoruz ve hala sağlaması yok.

3 Mayıs 2013 Cuma

"Şiddete meyle gerek yok.

Bazı insanlar aşık olduklarında maşuk kişiyi yemek isterler, hani böyle her bir hücrelerinde maşuku hissetmek isterler.

Bazı insanlar aşık olduklarında paramparça edilip maşuka yem olmak isterler, en nihayetinde mevzu maşuk olmaktır, onun her hücresine sinmektir.

Biri diğerinden daha bencil değil, biri sadist diğeriyse mazoşist değil. Çok aşıklar lan sadece...


Saçlarımı en az iki kez köpürtmem gerektiğini öğrendiğim yazdı...

Bana "Diyalize gitmem gerekiyor da nerededir yeri?" diye sorsa mesela koluna yapıştığım gibi "Ben de iki tane var cicim, hadi gel ameliyathaneye inelim direkt, birini sana verebilirim" derdim.

Portakal soymaktan nefret etmeyi bırakıp soyduğum portakalı, televizyonun önünde miskinlik yapan güzel kadınla paylaşmayı öğrendiğim kıştan hemen sonraki yazdı."


coming soon...

26 Ağustos 2012 Pazar

şaka maka tus'a kurban oluyor bu cici projem sanırım.
kısfmet...

8 Haziran 2012 Cuma

Eski Yaz Hikayeleri vol.12: Büyümek Çok Sancılı

Çok sancılı şey büyümek. Hani böyle kastettiğim 10-15 yaşa gelmek falan değil de daha çok 18'le 24 arasını geçmek. Hele ki bir de üniversite gibi özerk bir fauna içindeyken...

Birinci sınıfları kesiyorum günlerdir, hani kesmek derken sosyal gözlem lan, hemen aklınıza uçkur hikayeleri düşmesin, burada seviyeli sohbetler yapıyoruz. Ne diyordum, birinci sınıflar, evet. Nasıl da heyecanlılar, nasıl da kıpır kıpırlar. Bir içeri, bir dışarı hiperaktif gibi, rahat batarmış gibi durmadan bir devinim halindeler, zaten büyümek de devinim değil mi a dostlar...

Evet, günlerdir kesiyorum bu büyüme sancıları içindeki çocukları. Kendi birinci sınıf hallerimi düşünüyorum sonra, aynı şeyler hep... Dünyanın en önemli meselelerini konuşmak için kütüphanede alınmış karşılıklı mevzilerden bakışarak dışarı çıkmak, on dakika konuşup tekrar girmek, karşı mevzideki kızın birinci sınıf olduğuna bakmadan büyüttüğü memeleri masaya mevzileyip beni büyülemesi... güzel zamanlardı.

Hani hiç şikayet etmeden saatlerce hatunun kendisine yapılan haksızlıkları anlatışını dinlediğimiz zamanlar, saatlerce erkek erkeğe kızların hareketlerini yorumlamaya çalışıp en nihayetinde zorlaya zorlaya "Onun da bende gönlü var abi" noktasına vardığımız zamanlar...

Şimdiki çocuklara bakıyorum da farklı değil pek. 10-12 kişilik bir arkadaş grubu gözetimim altında. Üç oğlanın beraberce yazdıkları hatun bir diğer oğlanın peşinde, o diğer oğlan ise dünyadan habersiz. Aralarından bazılarındaysa "karşı cins diye bir şey var lan" düğmesi açılmamış, hala kafalarını kaldırmadan çocuk gibi ürkek yürüyorlar ya da yekün halde oğlan çocuğu gibi jestlerle "ben de ayakta işeyebilirim istersem" demeye getiriyorlar.

İşte o gün de bundan farklı değildi. Yine anlamsız bir hareketlilik içindelerdi. Ben yine inceden izlemeye başlamıştım bunları. Bir taraftan önümdeki kitaba gömülmüş gibi yapıyordum bir taraftan da içeri girip çkan birinci sınıfları izliyordum. Bir ara bana doğru gelmeye başladı aralarından bir tanesi, iri yarı bir oğlan. "Abi iki dakika bakıcan mı bi mevzu var da, bi gelsene dışarı" dedi. Çıktım çalışma salonundan, kütüphanenin dışına yöneldik, orada iki kişi daha vardı. "Hayırdır gençler?" dedim, suratımda dünyanın en kalender insanı ifadesi vardı. Hani Hıncal görse köşesini kapatır giderdi, Haşmet görse "Ben aşkı hiç bilmemişim baboli" der ve o şehirli havasında ödün vererek elime ayağıma sarılırdı, o kadar...

"Sen niye bizim hatunları kesiyon lan?" dedi içlerinden en iri olanı. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. "Yok çocuklar, ben onları kesmiyorum, ben öyle bakıyorum size" diye toparlamaya çalıştım, "İbne misin ulan sen!" dediler. "Bakın" dedim, "öyle cinsiyet ayrımcı ifadeler falan hoş olmuyor, benim kastettiğim tüm grubunuzu kesiyorum." Olmuyordu, iyice batıyordum, "Hepten sapıkmış lan bu, girelim olum biz buna" diyorlardı. "Yok gençler öyle değil, sosyal inceleme, sosyoloji, gözlem gözlem pozitif bilim" demeye çalışırken ilk tokadı yedim. "Bak kızlarınız izliyor, dövdürmeyin kendinizi bana" derken ilk yumruk da geldi, sonrasını saymadım zaten.

Ağzım yüzüm kan içinde kalmıştı güvenlik görevlileri gelene kadar, şerefsiz gibi dövüp gitmişlerdi. Hayır, ayağımın altına almayı bilirdim ama nihayetinde benden yaşça küçüklerdi, üstelik kızlarının önünde rezil etmeyeyim dedim ama anlamadılar. Ben sosyal dedikçe vurdular, gözlem dedikçe vurdular, sosyoloji demeye çalıştım ama kelimeyi bile tamamlatmadan dövdüler.

Kuşak farkı burada ortaya çıkıyordu işte, bu gençlerin sosyolojiden falan anladıkları yoktu, bunlar yozlaşmış kolej gençliği gibilerdi adeta, amerikan filmlerinden fırlamışlardı sanki.

Benim için de her şey ilk günkü kadar beyaz olmuştu o dayaktan sonra. Sosyoloji kariyerim erken bitmişti, metot değiştirmeyi düşünmedim değil ama bir kez daha kızlarının önünde burun buruna gelip çocukları rezil etmekten korktum.

Evet, sancılı şey büyümek. Günlerce sızım sızım sızladı şerefsizim... O piç kuruları büyürken sızlayan bendim ama sonuçta büyümek sancılıydı işte.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Eski Yaz Hikayeleri vol.11: Çok Makul Bir Erkek

Bir erkeğin geçmesi gereken önemli çizgiler vardır. Yani adı üstünde aslında, çizgi, incecik. Ama bazen o incecik çizgiyi geçebilmek dünyanın en zor işi oluyor. Mesela "makul erkek" ve "çekici erkek" arasındaki çizgi...

Okulların kapanmasına yakın her orta direk aile çocuğu gibi kantinde yaz planları yaparken bulduk kendimizi. Bu kez ben mesafeli duruyordum; her zaman en canhıraş, en hevesli adam olan ben bu kez uzaktan bakıyordum; daha güzel şeyler planlayabilirdim.

"Beyler önce peşin peşin söyleyeyim, alınmayın, bana gına geldi artık sapım sapına tatile gitmekten. Ben bu sene sizinle gelmem, hatun var bi' tane, onu ayarlamayı koydum kafaya..."

Görüntü itibariyle doğru motivasyon ve yeterli hırs barındıran bu cümlenin ağzımdan döküldüğü andan itibaren bir yaz dramına dönüşebileceğini kim tahmin ederdi ki...

O senenin tatil planlarına katılmamıştım. Şimdi otogarda bindikleri otobüse vakur, muzaffer bir edayla el sallıyordum. Ben bu sene onlar gibi değildim; benim nezdimde yurttaki tüm sap üniversiteliler, tüm er-erbaş-erat, tüm yalnız kalpler, tüm erkekler bir zafer kazanacaktı. Bunun gururunu taşıyordum yüzümde, gülüşümde.

Arkadaşlarım gittikten sonraki iki hafta boyunca her gün onunla buluştum. Onun okuduğu, bahsettiği kitapların özetlerini geceler boyunca okuyordum, beğendiğini söylediği her grubun en büyük hastası oluyordum, bilumum sosyal medya platformunda gözüne gözüne sokuyordum adeta "bak ben de seviyorum bunları" diye... hatta o zamana kadar feysbuk feysbukken şimdi alayı birden sosyal platformlar olmuşlardı, değişerek gelişiyordum adeta. Dünyanın kültürel mirası bir bekçiyi hak ediyordu ve bu hızla yol almaya devam edersem yakında kazanacaktım bu payeyi.

Çok kaptırmıştım kendimi, hayatımda bir kez kedi başı okşamamış ben diyordum ki "Kedi güzel şey" çünkü kedisi vardı mesela. Kediler şunları severdi, bunlardan haz etmezlerdi hiç. Kedi şahaneydi lan, kedinin boku bile yenirdi yani, hani bunu eminim bazı medeniyetler yapıyordu, yapmıyorlarsa bu da insanlığın medeniyetler tarihinden gelip geçen onca tırto medeniyetin ayıbıydı, o derece. Kediye en iyi ben bakardım, kedinin hastasıydım.

Bir hatunu yola getirmenin en kolay yoluydu kediler ve amansızca sarılmıştım bu koza. Günlerdir sadece kedilerden bahsediyordum. Günlerin sonunda kendisinden daha iyi bakabileceğimi söylüyordu bir kediye. Bir tanesinin başını bile okşamamış ben onu ikna etmiştim buna.

Iki haftanın sonunda ona açılmaya karar verdim. "Zaten eşşek değil ya lan, anlamıştır herhalde" diyordum. Eşek ne, eşşoğlueşşek çıktı hatun, eşşoğlueşşek...

Tatil mekanlarından bahsederek girdim lafa, Olimpos bu mevsimde ne de güzeldi mesela, Kaş da öyleydi. Hani oralar uzaksa Kumburgaz bile güzel olabilirdi, mevzu iyi bir tatil arkadaşı bulmaktı, Silivri'de bile denize girilirdi canım...

"Ben de tam ondan bahsedecektim sana" dedi. Erkek arkadaşıyla tatile çıkmayı planlıyorlarmış. Güzel oteller varmış güneyde. Kedisini bırakacak kadar bilgili, makul bir insan bulamadığından ertelemiş ha ertelemiş ama şimdi bana çok güveniyormuş, iyi dost olmuşuz, ben makul bir adammışım. Hayır demeye çalışacaktım, çalışamadım bile, çok iyi bir insan olduğum için nasıl olsa geri çevirmezmişim diye biletleri almışlar. Zaten o kadar çok kitap okuyup müzikle o kadar vakit geçiriyormuşum ki tatile gitmeyeceğimi düşünmüş.

Üstüme kim neden şimşek yağdırıyordu bilmiyorum ama yıldırdı beni. Kabul ettim, iki gün sonra sabah otogarda otobüse binmeden hemen evvel kediyi verebilirmiş bana. Önceden listesini hazırlamış mamasının kumunun. Gelince hepsini ödermiş.

Iki gün sonra otogardaydım. Yanındaki adama baktım, ben olsam ben de kediyi ve beni ve İstanbul'u ve onca yaşanmışlığı -peh- fütursuzca ardımda bırakıp giderdim lan o adamla. Kediyi aldım. Otobüslerinin arkasından el salladım, en öndelerdi, görmediler.

Tam dönüp gitmek üzereyken arkadan birilerinin seslendiğini duydum. Arkadaşlarımın tatili bitmiş. O sırada otobüsten inmişler. Ne olduğunu sordular, yazın hiç bana göre olmadığını anlattım, kediyi sordular, bir arkadaşın dedim, hatunu sordular, dünyada çözülmeyi bekleyen ne kadar fazla sorun olduğundan bahsettim. Yol boyunca tatilde ne kadar eğlendiklerini anlattılar.

Evde kediyle oynadım 3 hafta boyunca, feysbuk meysbuk, komik videolar vardı. Bir kedi videosu da ben çekebilir miyim diye uğraştım ama hiç eğitmemişler kediyi, bir boktan anlamıyordu. Anca elimi uzattığımda tırmaladı durdu. Üç haftanın sonunda döndüler. Kedisini verdim.

O yaz evden dışarı çıkmamıştım ama onların tatil fotoğraflarının hepsine etiketlenmiştim, "sevgili dostum sayesinde biz eğleniyoruz, kedimiz de güvende :))"...

Öyleydi işte makul adam olmak, insan çıkmadığı tatilin fotoğraflarına eklenecek kadar sevilebiliyordu makul adamken...

Günün Ötesinde: 15 Senede

Toplu ulaşım araçları ve kahvehaneler için Türkiye'de halkın nabzının en iyi tutulabileceği yerler denilmişti; bunun yanı sıra hafıza tazelemek için de misal, minibüslerin ideal yerler olduğunu fark ettim bu sabah.

Her çeşit insan biniyor. Muhakkak bir şekilde karşılaştığımız insan modelleri.
Özelde birey olmaları çok fazla şey ifade etmemeye başlıyor. Hani kaza yapsa minibüs, içinde ölenler sadece "birkaç kişi" olarak anılacak. İşte tam da öyle bir indirgeme; içgüdülerinden ayırmadan fakat duygularını da görmezden gelerek yapılan bir tanımlama..
Velhasıl modeller…

Gördükçe bir şeyler anımsatan modeller..

Vatan Caddesi'nde oturuyorduk o zamanlar. 90'ların ilk 5 senesi. Tatlı bir kabuk değiştirme oyunu sürüp gidiyordu. 80'lerin o bunaltan havası yıkılıyor, sendikal alanda hareketlenmeler başlıyordu..

Babamın hala saçları vardı..

İstanbul hala çok kalabalık değildi..

Otogara (Topkapı) en yakın ev bizimkisi olduğu için gelenleri biz karşılardık..

Ev hep kalabalık..

Belediye lojmanları, herkes memur çocuğu, belediyenin kreşinden çıkma..

Öğleden sonra uyuyabildiğim zamanlar..

Özel otomobiller şimdiki kadar çok değil sayıca..

Minibüslerin de tadı var yine de.. Yine de kalabalık olmuyor o kadar..

Vatan Caddesi üzerinde iniyoruz ve bir defada karşıya geçebilmek için yeşil ışıkla beraber annemin deyişiyle "koş koş" yapıyoruz eğer hava kararmamışsa.. Şayet kararmışsa ben muhakkak uyumuş oluyorum.. Babamın kucağında geçiyorum karşıya; asansöre kadar uyanmadan..

Öyle sıradan bir akşam. Hava kararmış ve benim uyumadığım ender akşamlardan birisi.

Minibüstekileri büyük bir dikkatle izlediğimi hatırlıyorum. Bir çocuk dikkatimi çekiyor, benden büyük. Ayakta duruyor ama tutunmadan. Sadece sırtını cama dayamış..

Elinde bir bidon kapağı. Direksiyon gibi minibüsün hareketlerine göre çeviriyor.
Sonra ineceğimiz yerde minibüs duruyor, bizimle beraber atlıyor çocuk da aşağı ve hızlıca koşarak diğer tarafa uzayan karanlıkta gözden yitiyor.

Ben şaşırıyorum, annesi yanında değil. Önce anneme soruyorum, "ben ne zaman tek başıma binebilirim minibüse?"

Annem usulca anlatıyor çocuğun annesinin olmadığını ya da kaybolmuş olabileceğini. Yoksa o saatte, o yaşta bir çocuk tek başına sokakta olmazmış. Israrla sorular soruyorum çocuğun akıbeti hakkında. En sonunda annem yarın sabah karakolu arayıp polislere soracağını söylüyor da sakinleşiyorum.

Ertesi sabah kalkar kalkmaz ilk işim anneme bunu sormak oluyor.
Annem uyku sersemi, "acele etme" diyor.
Kahvaltı ediyoruz.. Unutmadığımı görünce telefonun başına geçiyor ve tek tek çeviriyor numaraları. Çevirmeli telefonlar, evet..

Polisle konuşuyor hesapta. Soruyor, "elinde kapak olan çocuk hani, annesini bulabildi mi?"..

Bana dönüyor ve mutlu haberi veriyor, rahatlıyorum.

Bugün minibüste dilenci ana-çocuğu görünce geldi bunlar aklıma.

Esasında seneler sonra anlamıştım annemin bana yalan söylediğini, çocuğun aslında zihinsel engelli olduğunu, şu anda çoktan "diğer tarafa uzanan o karanlık"ın içinde eriyip gitmiş olduğunu.

Daha da kötüsü yine seneler sonra anlıyorum ki büyümek duyarsızlaşmakmış, duyarsızlaştırılmakmış. Şu anda hiçbir şey hissetmiyorum çünkü..

15 sene önceki gibi değilim..

Ayrıca eklemem gerekir ki artık minibüslere bindiğimde uyumak için zorluyorum kendimi; bir kere uyumamanın bedelini hep aynı yokluğun farkındalığıyla ödüyorum çünkü.. Uyanık kalmak mümkün mü artık?


-2007-

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Eski Yaz Hikayeleri vol.10: Toplumsal Teamüllere Kafam Girsin

Toplumsal teamüller, o toplumsal teamüller... peh...

Şanssız bir nesiliz biz. Akla karayı ayırmanın peşine bu kadar düşülmüş bir dönemin çocuklarıyız. "Oynamayın ulan şunun ayarıyla, durun" falan demeye kalmadan karşıdakinden etiketi yiyip kalakalıyoruz pekala...

Sanki Dede Korkut isim verecek arkadaş, bir "prezentabıl" modası, bir ayrışmalar... Üstelik bir de bize alttan alttan hep bir erkeğin silahlarının olması gerektiğini tembihlediler. Minikten babalarımız "Göster pipini amcalara" derken de böyleydi bu, annelerimiz nicelerinin canını yakacağımızı söylerken de... Nihayetinde sivilceli bir ergenliğin sonunda kendimizi "Yakışıklı yaa" ile "Sempatik çocuk, çok da zeki" arasında tercihe zorlanırken bulduk. Nicelerimiz genetik altyapısına bakmaksızın "Hacı ben tavlarım bu hatunu" deyip kaybedenin bayrak taşıyanı oldu farkına bile varamadan... Bazılarımızsa bir sabah ayna karşısında "Tipime sokayım lan" diye mırıldanırken gerçek dünyaya farklı donanımlarla çıkması gerektiğini anladı. Annelerimiz bize çok yalan söyledi; kimsenin canını yakamayacaktık.

Anton Çehov'un "Bizi çalışmak kurtarır" demesiyle Nazi puştlarının "Arbeit macht frei"ı arasında fark kalmıyor daha ortaokuldayken kızlarla tüm ilişkinin ödev üzerine kurulu olduğunu görünce. Sınıfın ödev yapan adamıydım, her sabah birileri benden ödev istemeye gelirdi. Bu seneler boyunca böyle sürüp gidecekti. Zamanla bunun adeta bir likit fon gibi kullanılabileceğini gördüm; böyle büyüdüm.

Yıllar yılları kovaladı, kapağı tıbbiyeye attım. Şimdi ilk gözağrısı anatomiyle yüzleşmeliydim. Ilk gözağrısı, "ulan doktor oluyoruz şaka maka" dedirten ilk ayrıntı; ilk baş ağrısı, ilk karın ağrısı... Bildiğin zordu lan. Ama doğru motivasyonla dağları delebilen bir kuşak yetişmiş bu topraklarda.

Senenin başından gözüme kestirdiğim kız oradaydı işte. Kurcalanmaktan artık üzerindeki hiçbir kas ayırt edilemez hale gelmiş kadavrayla boğuşuyordu, koldaki onlarca kası birbirinden ayırıp anlamaya çalışıyordu.

Bir sonraki pratik için bir haftam vardı.

Bir hafta boyunca yemedim içmedim, atlası kitabı açıp anatomi çalıştım. Itler gibi çalıştım, okula uğramadım, diğer dersleri umursamadım, kol kaslarına çalıştım. Hani anatomi hocalarım görse gözleri yaşarırdı; dikkatim dağılmasın diye odanın camını kapısını açmadan çalıştım, içerdeki kesif gaz kokusu başağrısı yapana kadar çalıştım. Bir hafta sonunda sular seller gibi ezberlemiştim kol kaslarını. Odadan çıkıp dışardaki hayata adapte olmak zor oldu ama değerdi.

Anatomi pratik salonuna girdim, omurga alabildiğine dik, yüzümde en zeki sırıtışım. Yavaş yavaş tüm öğrenciler geldi. Hocalar o hafta için bir iki ayrıntıdan bahsetti, serbest çalışmaya bırakıldık sonra da...

Kadavranın başına geçtik ama sırt kasları çalışıldığından yüzüstü yatıyordu kadavra. Ters çevirmek için hamle ettim, tek başıma olmuyordu. Arkadan sarıldım olmadı, alttan kaldırmak istedim yine olmadı. Göğüs kafesi açılmıştı, tek başıma almak istesem akciğerleri, kalbi yerinde durmuyordu. Ama bu hafta kol çalışmak için o kadavra sırtüstü uzatılmalıydı. Bir haftayı düşündüm, dağları delen aşıkları düşündüm; Kerem, Tahir, Mecnun, Karac'oğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Bolubeyi, Iraz Ana, Anadolu'nun çatlak toprakları, kör başına Neo, Don Corleone, Lex Luthor ne var ne yok film şeridi gibiydi, "Ya Allah" dedim yüklendim hepsi gözümün önünden geçerken. En son sarılır pozisyonda kendi göğsümle kadavranın göğsünü desteklerken bulmuştum kendimi. Hareket edemiyordum.

"With a little help from my friends" sadece bir şarkı sözü değildi, öyle olmamalıydı, yalvaran gözlerle bakıyordum etrafa beş dakikadır. En sonunda bir dostum yaklaştı ve çevirmeme yardım etti vücudu. Şimdi olmuştu işte. Iyi çocuktu zaten o dost, severdim.

Kola bakmaya başladım, sağı solu davetkar bir biçimde keserek koldaki kasları saymaya başladım. Arkadaş yanımda gülümseyerek izliyordu beni. Sonra bir iki kişi daha geldi. Ve işte en sonunda o da yaklaşıyordu, "güzel hatun vesselam; güzel, hatun ve selam"...

Baştan aldım, yeniden saymaya başladım. Yani aslında kafam biraz karışmıştı. Pek kitaplardaki çizimlere benzemiyordu. Hiç benzemiyordu. Çok deforme olmuştu, çok karışıktı.

Terlemeye başladım, boncuk boncuk terliyordum, alnımdan iki yana süzülüyordu damlacıklar. Her defasında baştan alıyordum ama bir türlü tamamlayamıyordum. Izleyenler de huysuzlanmaya başladılar. Bir tanesi dönüp gitti. Artık zamanı gelmişti, bitirmek lazımdı. Yaradana sığınıp ne biliyorsam rastgele saymaya başladım. Her tuttuğum kas için aklımdaki isimlerden söylüyordum bir tane, bazı isimleri iki ayrı kas için de söylüyordum. Ne bildiysem saydım döktüm canhıraş, yalan yanlış...

Kafamı kaldırmaya utanıyordum. Olmamıştı. Ama felaketin büyüğü daha gelmemişti. Kadavrayı çevirmeme yardım eden arkadaş "Abi sanki biraz yanlış oldu" dedi. Doğrusunu saymaya başladı. Ben iki adım geriledim. Arkadaşa baktım. Yakışıklıydı piç. Bir de rol çalmıştı benden; takır takır sayıyordu kasları. Aynı anda hem zeki hem yakışıklı olmak gibi bir opsiyondan bahsedilmemişti sanki. Hani toplumsal teamüller, evrimin emirleri, silahlarımız falan...

O an çok silahsız kalmıştım, hani evrim her erkeğe birtakım silahlara sahip olmayı zorunlu kılıyordu ya, ne silahı lan, bildiğin iki yaprak bir dal çırılçıplak hissediyordum. Rol çalan o dallamaya da girmek istedim ama kibar bir insandım ve centilmenliğimden ödün veremezdim.

Girdiğimde nasıl dik yürüdüysem eşiğe takılana dek çıkarken de dik yürüdüm. Ancak uzun sürmedi, geç ergenlik travmalarının üstüme fil gibi oturduğu günlerde omuzlarım çöktü, hep çöktü. Bir hafta sonra kantinde arkadaşla güzel hatunu el ele görene kadar çok çöktü, saçları kazıtıp "Koy götüne gitsin tırıs tırıs" diyene kadar çöktü. Toplumsal teamüllere kafam girsin; nihayetinde şanssız bir nesildik biz, bundan olsa gerek, büyümek güzel şeydi.