31 Mayıs 2012 Perşembe

Eski Yaz Hikayeleri vol.11: Çok Makul Bir Erkek

Bir erkeğin geçmesi gereken önemli çizgiler vardır. Yani adı üstünde aslında, çizgi, incecik. Ama bazen o incecik çizgiyi geçebilmek dünyanın en zor işi oluyor. Mesela "makul erkek" ve "çekici erkek" arasındaki çizgi...

Okulların kapanmasına yakın her orta direk aile çocuğu gibi kantinde yaz planları yaparken bulduk kendimizi. Bu kez ben mesafeli duruyordum; her zaman en canhıraş, en hevesli adam olan ben bu kez uzaktan bakıyordum; daha güzel şeyler planlayabilirdim.

"Beyler önce peşin peşin söyleyeyim, alınmayın, bana gına geldi artık sapım sapına tatile gitmekten. Ben bu sene sizinle gelmem, hatun var bi' tane, onu ayarlamayı koydum kafaya..."

Görüntü itibariyle doğru motivasyon ve yeterli hırs barındıran bu cümlenin ağzımdan döküldüğü andan itibaren bir yaz dramına dönüşebileceğini kim tahmin ederdi ki...

O senenin tatil planlarına katılmamıştım. Şimdi otogarda bindikleri otobüse vakur, muzaffer bir edayla el sallıyordum. Ben bu sene onlar gibi değildim; benim nezdimde yurttaki tüm sap üniversiteliler, tüm er-erbaş-erat, tüm yalnız kalpler, tüm erkekler bir zafer kazanacaktı. Bunun gururunu taşıyordum yüzümde, gülüşümde.

Arkadaşlarım gittikten sonraki iki hafta boyunca her gün onunla buluştum. Onun okuduğu, bahsettiği kitapların özetlerini geceler boyunca okuyordum, beğendiğini söylediği her grubun en büyük hastası oluyordum, bilumum sosyal medya platformunda gözüne gözüne sokuyordum adeta "bak ben de seviyorum bunları" diye... hatta o zamana kadar feysbuk feysbukken şimdi alayı birden sosyal platformlar olmuşlardı, değişerek gelişiyordum adeta. Dünyanın kültürel mirası bir bekçiyi hak ediyordu ve bu hızla yol almaya devam edersem yakında kazanacaktım bu payeyi.

Çok kaptırmıştım kendimi, hayatımda bir kez kedi başı okşamamış ben diyordum ki "Kedi güzel şey" çünkü kedisi vardı mesela. Kediler şunları severdi, bunlardan haz etmezlerdi hiç. Kedi şahaneydi lan, kedinin boku bile yenirdi yani, hani bunu eminim bazı medeniyetler yapıyordu, yapmıyorlarsa bu da insanlığın medeniyetler tarihinden gelip geçen onca tırto medeniyetin ayıbıydı, o derece. Kediye en iyi ben bakardım, kedinin hastasıydım.

Bir hatunu yola getirmenin en kolay yoluydu kediler ve amansızca sarılmıştım bu koza. Günlerdir sadece kedilerden bahsediyordum. Günlerin sonunda kendisinden daha iyi bakabileceğimi söylüyordu bir kediye. Bir tanesinin başını bile okşamamış ben onu ikna etmiştim buna.

Iki haftanın sonunda ona açılmaya karar verdim. "Zaten eşşek değil ya lan, anlamıştır herhalde" diyordum. Eşek ne, eşşoğlueşşek çıktı hatun, eşşoğlueşşek...

Tatil mekanlarından bahsederek girdim lafa, Olimpos bu mevsimde ne de güzeldi mesela, Kaş da öyleydi. Hani oralar uzaksa Kumburgaz bile güzel olabilirdi, mevzu iyi bir tatil arkadaşı bulmaktı, Silivri'de bile denize girilirdi canım...

"Ben de tam ondan bahsedecektim sana" dedi. Erkek arkadaşıyla tatile çıkmayı planlıyorlarmış. Güzel oteller varmış güneyde. Kedisini bırakacak kadar bilgili, makul bir insan bulamadığından ertelemiş ha ertelemiş ama şimdi bana çok güveniyormuş, iyi dost olmuşuz, ben makul bir adammışım. Hayır demeye çalışacaktım, çalışamadım bile, çok iyi bir insan olduğum için nasıl olsa geri çevirmezmişim diye biletleri almışlar. Zaten o kadar çok kitap okuyup müzikle o kadar vakit geçiriyormuşum ki tatile gitmeyeceğimi düşünmüş.

Üstüme kim neden şimşek yağdırıyordu bilmiyorum ama yıldırdı beni. Kabul ettim, iki gün sonra sabah otogarda otobüse binmeden hemen evvel kediyi verebilirmiş bana. Önceden listesini hazırlamış mamasının kumunun. Gelince hepsini ödermiş.

Iki gün sonra otogardaydım. Yanındaki adama baktım, ben olsam ben de kediyi ve beni ve İstanbul'u ve onca yaşanmışlığı -peh- fütursuzca ardımda bırakıp giderdim lan o adamla. Kediyi aldım. Otobüslerinin arkasından el salladım, en öndelerdi, görmediler.

Tam dönüp gitmek üzereyken arkadan birilerinin seslendiğini duydum. Arkadaşlarımın tatili bitmiş. O sırada otobüsten inmişler. Ne olduğunu sordular, yazın hiç bana göre olmadığını anlattım, kediyi sordular, bir arkadaşın dedim, hatunu sordular, dünyada çözülmeyi bekleyen ne kadar fazla sorun olduğundan bahsettim. Yol boyunca tatilde ne kadar eğlendiklerini anlattılar.

Evde kediyle oynadım 3 hafta boyunca, feysbuk meysbuk, komik videolar vardı. Bir kedi videosu da ben çekebilir miyim diye uğraştım ama hiç eğitmemişler kediyi, bir boktan anlamıyordu. Anca elimi uzattığımda tırmaladı durdu. Üç haftanın sonunda döndüler. Kedisini verdim.

O yaz evden dışarı çıkmamıştım ama onların tatil fotoğraflarının hepsine etiketlenmiştim, "sevgili dostum sayesinde biz eğleniyoruz, kedimiz de güvende :))"...

Öyleydi işte makul adam olmak, insan çıkmadığı tatilin fotoğraflarına eklenecek kadar sevilebiliyordu makul adamken...

Günün Ötesinde: 15 Senede

Toplu ulaşım araçları ve kahvehaneler için Türkiye'de halkın nabzının en iyi tutulabileceği yerler denilmişti; bunun yanı sıra hafıza tazelemek için de misal, minibüslerin ideal yerler olduğunu fark ettim bu sabah.

Her çeşit insan biniyor. Muhakkak bir şekilde karşılaştığımız insan modelleri.
Özelde birey olmaları çok fazla şey ifade etmemeye başlıyor. Hani kaza yapsa minibüs, içinde ölenler sadece "birkaç kişi" olarak anılacak. İşte tam da öyle bir indirgeme; içgüdülerinden ayırmadan fakat duygularını da görmezden gelerek yapılan bir tanımlama..
Velhasıl modeller…

Gördükçe bir şeyler anımsatan modeller..

Vatan Caddesi'nde oturuyorduk o zamanlar. 90'ların ilk 5 senesi. Tatlı bir kabuk değiştirme oyunu sürüp gidiyordu. 80'lerin o bunaltan havası yıkılıyor, sendikal alanda hareketlenmeler başlıyordu..

Babamın hala saçları vardı..

İstanbul hala çok kalabalık değildi..

Otogara (Topkapı) en yakın ev bizimkisi olduğu için gelenleri biz karşılardık..

Ev hep kalabalık..

Belediye lojmanları, herkes memur çocuğu, belediyenin kreşinden çıkma..

Öğleden sonra uyuyabildiğim zamanlar..

Özel otomobiller şimdiki kadar çok değil sayıca..

Minibüslerin de tadı var yine de.. Yine de kalabalık olmuyor o kadar..

Vatan Caddesi üzerinde iniyoruz ve bir defada karşıya geçebilmek için yeşil ışıkla beraber annemin deyişiyle "koş koş" yapıyoruz eğer hava kararmamışsa.. Şayet kararmışsa ben muhakkak uyumuş oluyorum.. Babamın kucağında geçiyorum karşıya; asansöre kadar uyanmadan..

Öyle sıradan bir akşam. Hava kararmış ve benim uyumadığım ender akşamlardan birisi.

Minibüstekileri büyük bir dikkatle izlediğimi hatırlıyorum. Bir çocuk dikkatimi çekiyor, benden büyük. Ayakta duruyor ama tutunmadan. Sadece sırtını cama dayamış..

Elinde bir bidon kapağı. Direksiyon gibi minibüsün hareketlerine göre çeviriyor.
Sonra ineceğimiz yerde minibüs duruyor, bizimle beraber atlıyor çocuk da aşağı ve hızlıca koşarak diğer tarafa uzayan karanlıkta gözden yitiyor.

Ben şaşırıyorum, annesi yanında değil. Önce anneme soruyorum, "ben ne zaman tek başıma binebilirim minibüse?"

Annem usulca anlatıyor çocuğun annesinin olmadığını ya da kaybolmuş olabileceğini. Yoksa o saatte, o yaşta bir çocuk tek başına sokakta olmazmış. Israrla sorular soruyorum çocuğun akıbeti hakkında. En sonunda annem yarın sabah karakolu arayıp polislere soracağını söylüyor da sakinleşiyorum.

Ertesi sabah kalkar kalkmaz ilk işim anneme bunu sormak oluyor.
Annem uyku sersemi, "acele etme" diyor.
Kahvaltı ediyoruz.. Unutmadığımı görünce telefonun başına geçiyor ve tek tek çeviriyor numaraları. Çevirmeli telefonlar, evet..

Polisle konuşuyor hesapta. Soruyor, "elinde kapak olan çocuk hani, annesini bulabildi mi?"..

Bana dönüyor ve mutlu haberi veriyor, rahatlıyorum.

Bugün minibüste dilenci ana-çocuğu görünce geldi bunlar aklıma.

Esasında seneler sonra anlamıştım annemin bana yalan söylediğini, çocuğun aslında zihinsel engelli olduğunu, şu anda çoktan "diğer tarafa uzanan o karanlık"ın içinde eriyip gitmiş olduğunu.

Daha da kötüsü yine seneler sonra anlıyorum ki büyümek duyarsızlaşmakmış, duyarsızlaştırılmakmış. Şu anda hiçbir şey hissetmiyorum çünkü..

15 sene önceki gibi değilim..

Ayrıca eklemem gerekir ki artık minibüslere bindiğimde uyumak için zorluyorum kendimi; bir kere uyumamanın bedelini hep aynı yokluğun farkındalığıyla ödüyorum çünkü.. Uyanık kalmak mümkün mü artık?


-2007-

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Eski Yaz Hikayeleri vol.10: Toplumsal Teamüllere Kafam Girsin

Toplumsal teamüller, o toplumsal teamüller... peh...

Şanssız bir nesiliz biz. Akla karayı ayırmanın peşine bu kadar düşülmüş bir dönemin çocuklarıyız. "Oynamayın ulan şunun ayarıyla, durun" falan demeye kalmadan karşıdakinden etiketi yiyip kalakalıyoruz pekala...

Sanki Dede Korkut isim verecek arkadaş, bir "prezentabıl" modası, bir ayrışmalar... Üstelik bir de bize alttan alttan hep bir erkeğin silahlarının olması gerektiğini tembihlediler. Minikten babalarımız "Göster pipini amcalara" derken de böyleydi bu, annelerimiz nicelerinin canını yakacağımızı söylerken de... Nihayetinde sivilceli bir ergenliğin sonunda kendimizi "Yakışıklı yaa" ile "Sempatik çocuk, çok da zeki" arasında tercihe zorlanırken bulduk. Nicelerimiz genetik altyapısına bakmaksızın "Hacı ben tavlarım bu hatunu" deyip kaybedenin bayrak taşıyanı oldu farkına bile varamadan... Bazılarımızsa bir sabah ayna karşısında "Tipime sokayım lan" diye mırıldanırken gerçek dünyaya farklı donanımlarla çıkması gerektiğini anladı. Annelerimiz bize çok yalan söyledi; kimsenin canını yakamayacaktık.

Anton Çehov'un "Bizi çalışmak kurtarır" demesiyle Nazi puştlarının "Arbeit macht frei"ı arasında fark kalmıyor daha ortaokuldayken kızlarla tüm ilişkinin ödev üzerine kurulu olduğunu görünce. Sınıfın ödev yapan adamıydım, her sabah birileri benden ödev istemeye gelirdi. Bu seneler boyunca böyle sürüp gidecekti. Zamanla bunun adeta bir likit fon gibi kullanılabileceğini gördüm; böyle büyüdüm.

Yıllar yılları kovaladı, kapağı tıbbiyeye attım. Şimdi ilk gözağrısı anatomiyle yüzleşmeliydim. Ilk gözağrısı, "ulan doktor oluyoruz şaka maka" dedirten ilk ayrıntı; ilk baş ağrısı, ilk karın ağrısı... Bildiğin zordu lan. Ama doğru motivasyonla dağları delebilen bir kuşak yetişmiş bu topraklarda.

Senenin başından gözüme kestirdiğim kız oradaydı işte. Kurcalanmaktan artık üzerindeki hiçbir kas ayırt edilemez hale gelmiş kadavrayla boğuşuyordu, koldaki onlarca kası birbirinden ayırıp anlamaya çalışıyordu.

Bir sonraki pratik için bir haftam vardı.

Bir hafta boyunca yemedim içmedim, atlası kitabı açıp anatomi çalıştım. Itler gibi çalıştım, okula uğramadım, diğer dersleri umursamadım, kol kaslarına çalıştım. Hani anatomi hocalarım görse gözleri yaşarırdı; dikkatim dağılmasın diye odanın camını kapısını açmadan çalıştım, içerdeki kesif gaz kokusu başağrısı yapana kadar çalıştım. Bir hafta sonunda sular seller gibi ezberlemiştim kol kaslarını. Odadan çıkıp dışardaki hayata adapte olmak zor oldu ama değerdi.

Anatomi pratik salonuna girdim, omurga alabildiğine dik, yüzümde en zeki sırıtışım. Yavaş yavaş tüm öğrenciler geldi. Hocalar o hafta için bir iki ayrıntıdan bahsetti, serbest çalışmaya bırakıldık sonra da...

Kadavranın başına geçtik ama sırt kasları çalışıldığından yüzüstü yatıyordu kadavra. Ters çevirmek için hamle ettim, tek başıma olmuyordu. Arkadan sarıldım olmadı, alttan kaldırmak istedim yine olmadı. Göğüs kafesi açılmıştı, tek başıma almak istesem akciğerleri, kalbi yerinde durmuyordu. Ama bu hafta kol çalışmak için o kadavra sırtüstü uzatılmalıydı. Bir haftayı düşündüm, dağları delen aşıkları düşündüm; Kerem, Tahir, Mecnun, Karac'oğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Bolubeyi, Iraz Ana, Anadolu'nun çatlak toprakları, kör başına Neo, Don Corleone, Lex Luthor ne var ne yok film şeridi gibiydi, "Ya Allah" dedim yüklendim hepsi gözümün önünden geçerken. En son sarılır pozisyonda kendi göğsümle kadavranın göğsünü desteklerken bulmuştum kendimi. Hareket edemiyordum.

"With a little help from my friends" sadece bir şarkı sözü değildi, öyle olmamalıydı, yalvaran gözlerle bakıyordum etrafa beş dakikadır. En sonunda bir dostum yaklaştı ve çevirmeme yardım etti vücudu. Şimdi olmuştu işte. Iyi çocuktu zaten o dost, severdim.

Kola bakmaya başladım, sağı solu davetkar bir biçimde keserek koldaki kasları saymaya başladım. Arkadaş yanımda gülümseyerek izliyordu beni. Sonra bir iki kişi daha geldi. Ve işte en sonunda o da yaklaşıyordu, "güzel hatun vesselam; güzel, hatun ve selam"...

Baştan aldım, yeniden saymaya başladım. Yani aslında kafam biraz karışmıştı. Pek kitaplardaki çizimlere benzemiyordu. Hiç benzemiyordu. Çok deforme olmuştu, çok karışıktı.

Terlemeye başladım, boncuk boncuk terliyordum, alnımdan iki yana süzülüyordu damlacıklar. Her defasında baştan alıyordum ama bir türlü tamamlayamıyordum. Izleyenler de huysuzlanmaya başladılar. Bir tanesi dönüp gitti. Artık zamanı gelmişti, bitirmek lazımdı. Yaradana sığınıp ne biliyorsam rastgele saymaya başladım. Her tuttuğum kas için aklımdaki isimlerden söylüyordum bir tane, bazı isimleri iki ayrı kas için de söylüyordum. Ne bildiysem saydım döktüm canhıraş, yalan yanlış...

Kafamı kaldırmaya utanıyordum. Olmamıştı. Ama felaketin büyüğü daha gelmemişti. Kadavrayı çevirmeme yardım eden arkadaş "Abi sanki biraz yanlış oldu" dedi. Doğrusunu saymaya başladı. Ben iki adım geriledim. Arkadaşa baktım. Yakışıklıydı piç. Bir de rol çalmıştı benden; takır takır sayıyordu kasları. Aynı anda hem zeki hem yakışıklı olmak gibi bir opsiyondan bahsedilmemişti sanki. Hani toplumsal teamüller, evrimin emirleri, silahlarımız falan...

O an çok silahsız kalmıştım, hani evrim her erkeğe birtakım silahlara sahip olmayı zorunlu kılıyordu ya, ne silahı lan, bildiğin iki yaprak bir dal çırılçıplak hissediyordum. Rol çalan o dallamaya da girmek istedim ama kibar bir insandım ve centilmenliğimden ödün veremezdim.

Girdiğimde nasıl dik yürüdüysem eşiğe takılana dek çıkarken de dik yürüdüm. Ancak uzun sürmedi, geç ergenlik travmalarının üstüme fil gibi oturduğu günlerde omuzlarım çöktü, hep çöktü. Bir hafta sonra kantinde arkadaşla güzel hatunu el ele görene kadar çok çöktü, saçları kazıtıp "Koy götüne gitsin tırıs tırıs" diyene kadar çöktü. Toplumsal teamüllere kafam girsin; nihayetinde şanssız bir nesildik biz, bundan olsa gerek, büyümek güzel şeydi.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

lan dram içinde hüzün içinde kaldım resmen... birkaç gündür internette ne kadar hesabım varsa dondurdum, kapattım, attım sattım; sırf bu blog ve mail adresi...
blog ne kadar ölü farkındasınızdır zaten. mail kutuma da iki mesaj düşmez mi ama arkadaş, dipsiz kuyularda ipsiz, kör karanlıkta çaresiz kalmışım, peheey...

yeni yazılar yakında, ne kadar da umrunuzda ama dimi...

ha bir de huy haline getirebilirsem şayet tavsiyelerde bulunmayı planlıyorum. her şey senin için sevgili okur: branford marsalis yorumuyla "o solitude", "vocalise" ve de " bachianas brasilerias #5" dinlenecek, dinle!

13 Mayıs 2012 Pazar

ParaMort

Karşımıza hep aynı metinlerin çıkması üzerine kafa patlatmak lazım sanki. Metinlerin aynı olması hep aynı kişi tarafından yazıldığı anlamına mı gelir ya da aynı metinlerle karşılaşmamak bizim tercihimize mi kalmıştır? Yani biz de suç ortağı sayılır mıyız bu serzenişimize uydurduğumuz kılıf şayet suçtan sayılırsa? Gözlerimizi yumarak aynı metinlerden kaçabilir miyiz?
Peki yazarlar ayrı kişilerse, yani "aynı hikaye kaç farklı şekilde yaşanabilir?" sorusu aslında anlamını yitirdiyse, failleri birbirlerinden ayrı kılan ne? Hele ki etrafımız doğarken ve ölürken aynı olduğumuzu, eşit olduğumuzu kakalayan uhrevi öğretilerle doluyken...
Başlangıç ve bitiş midir yani sadece? Yani sadece doğarken ve ölürken eşit ya da aynı olmamızda sorun yok mu? Ya da doğarken ve ölürken bile olsa sadece, bir şekilde bir anı birileriyle aynı olarak, kopya olarak paylaşıyor olmak sorun değil mi?
Paylaşıyor olmak sorun değil mi? Yani kim doğamızda paylaşmanın olduğunu söyleyebilir? Bencillik var diyorduk ya insanda... Mesela dünyanın direğini sallarken "insanoğlu yaradılış itibariyle bencildir, yaradılıştan gelen sorunu da suç mu sayalım!" diyorsak şayet, alenen bencil olmalıyız. Neden paylaşmak?
Madem paylaşıyoruz, ben mesela ya da sen mesela, sevgilisi olan bir kadına yavşadığımızda neden bir anda o düğme kapanıyor? Senin kadınına yavşadıklarında neden kapanıyor o düğme? Başa dönüp aynı olmaktan alırsak bu noktada, dönüşümüz haksız, yersiz, okuyucuyu oyalayacak, gereksiz laf salatasıyla doyurmaya çalışacak bir dönüş sayılır mı?
Okuyucuyu, okumayanı, patronu, öğretmeni, aileyi, arkadaşı, onu bunu şunu... ne çok doyurmaya çalışıyoruz. Ortadaki sıkıntı aslında kaynakların; özkaynakların ve hatta paylaşan başkalarının kaynaklarının o doyuma ulaşmaya yetmemesi mi? Yani bir orgazm taklidi yapıp bir sigara yakmak neden bu kadar zordur?
Zor demişken, orgazm demişken, Tom Robbins dememişken ama demişçesine fütursuzca ondan bahsederken ve "Mükemmel aşkı yaratmak yerine vaktimizi mükemmel aşıklar arayarak heba ettik." cümlesini alıntılarken ve hatta hatta barda oturan kadını tavlamak için çalıntılarken... sahi neden bu kadar zordur bir insanı sevmek ya da bir kerecik de olsa bir orgazm taklidi yapmak? Her şeye alışmak diyorduk. Alışamayanlar ölür diyorduk, adaptasyon, doğal seleksiyon diyorduk. Milyon dolarlık şirketlerini batıran adamlar sıfırdan başlayabiliyordu ya da başlayamayacak olan kendini sıfırlıyordu, bire bir daha geçmemecesine... Alışamaz mıyız yani bizi seven ama sevmediğimiz birine? Alışamayacaksak şayet, ölmemiz gerekmez mi? Hani alışamayan ölüyordu ya...
E ama bu hesapla aşk intiharlarını yanlış kişiler etmiyor mu? Yani aşık olanın değil, aşık olanın kendisine aşık oluşuna alışamayan maşuk kadının ya da adamın intihar etmesi gerekmez mi? Adaptasyon, doğa, doğal seleksiyon bunu emrediyor olmalı.

Her şey daha ne kadar yanlış gidiyor olabilir ki? Feci bir labirent, aynı olmak da farklı olmak da sorun ve hayatta gri alanlar olduğunu sananlar, bunu insanlara tembihleyenler, insanları buna şartlayanlar gerçek göt laleleridir.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Eski Yaz Hikayeleri vol.9: Babamın Arabası, Hayallerim ve Sen

Ah ergenken bile kapımı hiç çalmamış motorlu taşıt tutkusu... Koca bir kara delik gibi yaşatırım hala içimde yokluğunu.

Hiç meraklı olamadım arabalara. Aşağı yukarı her erkek çocuğunun en büyük fantezisi olmuştur halbuki dönem dönem. Modern zamanın pederle kapışma arenası... Kastrasyon kompleksiyle ödipal ittirmelerin itiş kakış miniği ileriye hazırlama çabası...

18'imi geçtiğim günle beraber başladı ev ahalisinin "ehliyet al" baskısı. Ben arabalardan korkuyordum. Bildiğin korkuyordum. Hani arabada büyümüş bir velet olmama rağmen anlamsız da gelmedi bu korku. Insanoğlu kendi elleriyle yaptığı makinanın içinde patır patır ölüyordu. Ekranlarda her gün onlarca, yüzlerce ölümlü trafik kazası haberi... Korktum ve öteledim ehliyet işini. 22'ime kadar öteledim. "4 sene de bir şey mi lan it" diye diklendiğinizi duyar gibiyim, kararlı bir anne-babaya dört sene karşı durmak az değil, küfrettirmeyin kendinize!

Ehliyeti aldıktan sonra arabaya ısınmak, ustalaşmak falan, kaç kaçabildiğin kadar, 2-3 seneyi de öyle yedim ben mesela. Sonra bir yaz pederle validenin tası tarağı toplayıp memlekette yaz geçirme hayallerini gerçekleştirme vakitleri geldi. Araba İstanbul'da kalacaktı. Benimle...

Garip olan şu ki sevgili okur alıştıkça, ustalaştıkça, kurtlaşıp taksiciye küfredecek hale geldikçe, o şoför siniri oturdukça zevk almaya başlıyor insan. Evet, insanın böyle ilginç bir defosu var, sinirlendiği şeylerden gizliden gizliye bir de haz duyuyor zira şu kısacık tecrübemden çıkardığım kadarıyla yaşamı en net hissedebildiğimiz an o ağız dolusu sinkafı fütursuzca muhatabı olduğundan şüphe etmediğimiz ilgili şoföre teslim ettiğimiz an oluyor.

Istanbul sokaklarının kurdu gibi oradan oraya cirit attım yaz boyu. Konserden konsere etkinlikten etkinliğe koştum. Hani kültür başkentinin bir altın anahtarı olsa şöyle dıravdan bir kopyasıyla fotoğraf çektirmeme izin verirdi UNESCO, o derece.

"Bir akşam yine konserdeyim" şeklinde başlayan cümlelerim vardı sakladığım. Uzun uzun da sakladım. Hani yaz vakti İstanbul'da bir insanevladı kalmamış tanıdığım. Tüm arkadaşlarım memleketlerine gitmişler. Saklamak zorunda kaldım onlara etmek üzere ama olmadı. Bugüne kısmetmiş.

Bir akşam yine konserdeyim. Ben diyeyim Jan Garbarek sen de Demet Akalın. Gezip duruyorum, artık gittiğim konser kimin, hangi yönetmenin filmindeyim,ne sergisi yazın göbeğinde hatırlamıyorum, bilmiyorum. Öyle serin bir akşam tiril tiril giyinmişim. Arabaya sinmiş bir tabldot yemek kokusu var, çıkmaz durur öyle. Bana da sinmesin diye arabadan inmeden deodorant sıkıyorum. Inip teknolojinin nimetlerinden faydalanmak üzere sırtımı arabaya dönüp uzaklaşıyorum. Elim omzumun üstünden arkaya bakıyor ve anahtarın üzerindeki düğmeye basıp kilitliyorum arabayı. Artizlik bir yere kadar ama, "kilitlendi mi ki lan acaba" diye kafayı çeviriyorum. Çevirmemle takılıp tökezlemem bir oluyor ve dramım önümdeki sümbül ya da lale gibi bir çiçek adıyla bezenmiş kartı sayesinde her konsere en önden ve bittabi en güzelinden bilet alan kalantorun birine arkadan bindirmemle sonlanıyor.

Ağız dolusu özrü püskürtüyorum adamın suratına ve büyük adımlarla uzaklaşıyorum ama arkadan hala "bu kadar da olmaz ki canım" fırlatıyor bana. Epeyi talihsiz bir başlangıç ama olsun. Keten gömleğim, ince bir pantolonum, bej ayakkabılarım ve arabam var ve de Moda Yelken Kulübü üyeliğinden hepi topu 30 sene ve birkaç yüz milyar türk lirası kadar uzağım.

Yerime doğru ilerliyorum. Bu gecenin talihsiz hikayesini atlatmış olmalıyım, daha ne olacak canım allaseen... Yani bu gecelik de bu kadar işte dimi...

Koltuğumu bulup kıvrılıyorum ve yanıma oturacak şanslı insanları beklemeye koyuluyorum. Açıkhava konserleri bir sohbet havasında geçiyor adeta. Buna güveniyorum. Bütün yaz böyle tek başıma harcanacak değilim ya...

Ben aslında bütün şansını küçükken bir dondurma firması yüzünden yitirenlerdenim. Bütün şans hakkımı, bütün talihimi çubuk dondurma promosyonlarında kaybettim. Bir gün bir dondurma aldım ve peşinden tam olarak 9 çubuktan bedava dondurma çıktı. On dondurma yedim. Sonra da hiçbir işim iyi gitmedi. Hayır, aynı akşam ishal olduğumda anlamam gerekirdi ama aklım boyumdan kısa, boyum desen sandalyeye oturduğumda yerle temasa izin vermiyor.

Umut güzel şey, şans o gece kapıyı tekrardan tıklattı. Yanıma dipdüşürengillerden bir kadın oturdu. Ne kadar kararlı olduğumu anlatamam, bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Koltuğumda doğrulup merhabalaşmak üzere kendisine doğru döndüm. Benim dönmemle onun merhaba demesi de bir oldu zaten. Konser başlamadan bitmişti ama bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Iki saat konuştuk. Dünyayı cazdan mahrum bırakmamak gerekiyordu. Cazı nasıl yaşatabilirdik? Caz nasıl daha fazla insana ulaşabilirdi? Dünya barışı cazla tesis edilecekti. Hani konser veren caanım adamlar duysa oturur ağlarlardı kendilerine biçtiğimiz rolün ulviliği karşısında. Sınırları zorluyordum kendi adıma, bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Tam bildiğim tüm caz sanatçıları tükenmişken grup da son kez gelip selamını verdi ve yolları ayırma vakti gelmişti. Otoparka yöneldik. Konser güzeldi ve arabası var mıydı? Nasıl gidecekti? Bırakmamı ister miydi? Bu gece sohbet burada bitmeyecekti.

Taksim'de bırakmış arabasını, oraya kadar götürmeyi teklif ettim, hayat güzeldi. Arabaya bindik ve Taksim'e doğru ilerliyorduk. Ben kendisine bakarken o konuşuyordu. Hiç susmadı. Ta ki önümde kırmızı ışıkta bekleyen taksiye bindirene kadar...

Bu gece sohbet burada bitecekti.

Birkaç saniye sessizlikten sonra korkudan ağlamaya başladı. Birkaç saniye salya sümük saldıktan sonra da kendisini arabanın dışına attı. Özür diledim ama bana bakmıyordu bile. Taksiciye döndüm, ızbandut abiye atar yapılacak gibi değildi. Hemen yanımızda "geçmiş olsun"a duran taksiye binip uzaklaştı kadın. Ben taksiciyle baş başa kalmıştım. Sonra pederle de baş başa kalacaktım. Belki de bir sene erken almış olsam ehliyeti, hani birkaç ay ya da bir iki hafta... birkaç gün...

Tek tesellim ağlamaya başlayınca kadının ne kadar çirkinleşebildiğini görmek oldu. Ağlayınca çirkin olan bir kadınla ne işim olurdu ki canım, hiç...

Günün Ötesinde: Merhaba, En Temizinden

Bakırköy’deyim, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde… “Ne kadar da uzunmuş ismi” demekten kendimi alamıyorum girişteki kocaman tabelaya bakarken. Hemen yanında bir diğer hastane, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi. İsimleri okumanın bile bu kadar uzun sürmesi rahatsız edici.  Yavaş yavaş yürüyorum içeriye. Hastane çok büyük. Eskiden akıl hastalarının izole edilmesi gerektiği düşünüldüğünden İstanbul’daki en büyük komplekslerden birisi olan bu tesis, o vakitler kırsal olarak nitelendirilen Bakırköy’e kurulmuş. Yaklaşık 15 dakika yürümek gerekiyor acil servis kantinini bulmak için.  Acil servis polikliniklere pek yakın. Ayrıca yatan hastalar da büyük kantinden faydalanabilecek uzaklıktalar. Genelde tercihleri burası oluyormuş bu yüzden.  Kantinde kapıyı görecek bir masaya çöküyorum usulca. Ne zaman benim hükmedemeyeceğim bir yere girsem kapıyı gözler vaziyette buluyorum kendimi. Her an gözümün önünde olmalı girenler, çıkanlar. Sırtımı duvara verip kapıya dikiyorum gözlerimi.  Bir hasta, giyimi diğer hastaların yanında nispeten iyi, küfürler ederek yanıma gelip yine küfürler ederek masaya oturup oturamayacağını soruyor. Oturabileceğini söylüyorum. Ceketinin cebinden bir paket sigara çıkarıyor, bir kutu da kibrit. Bana da ikram ediyor sigaradan, kullanmadığımı söylüyorum. Kendisi yakıyor bir tane. Emzik emercesine içiyor sigarayı. Sık nefesler çekiyor, sık ve alabildiğine yüzeysel… Her şey kendi dengesini kuruyor, sigara olması gerekenden çabuk bitmediği gibi son nefes normale göre fazla gecikmiyor da.  Hemen yan masaya bir diğer hasta oturuyor, kül tablasındaki bisküviyi alıp ağzına atıyor ve masada duran boş kola şişesinin altındaki birkaç damlayı da yuvarlıyor üzerine.  Başka bir masada da 17 Eylül 2007 tarihli gazeteyi okuyan hasta. Mantık güzel: “Okumamışsan yenidir.”  Kalkıp dışarıya doğru hareket ediyorum. Kantin çok boğucu. Hemen ön tarafı da ilginç, dört yolun birleştiği bir nokta kantinin önü. Arkamdan kantinden çıkanlar geçiyor, önümde çoğunlukla beyaz önlüklü güruhun kullandığı, birkaç blokluk servise uzanan, sağımda acil servise giden, sol taraftaysa poliklinikler ile idari birimler tarafına geçmek için kullanılacak olan yol.  Bir hasta yaklaşıyor, “100 liran var mı abi?”. “Yok” diyorum, gayet yumuşak. Ufak adımlarla gezinmeye başlıyorum o dört yol ağzında, önce bir çember çiziyorum yürüyerek. Tam o sırada önümden bir ana-oğul geçiyor. Oğul hasta, gayet ajite olmuş durumda. Belli ki sakinleşmiş hali bu üstelik. Anne sürekli konuşuyor çocukla, neler yapılacağını, neler olduğunu anlatıyor. Polikliniklerin olduğu tarafa doğru yürüyorlar konuşarak. Peşlerine takılıyorum. Konuştuklarını duymaya çalışıyorum. Az önce para isteyen hasta tekrar geliyor ve aynı soruyu yineliyor. Bu kez kızgın bir şekilde olmadığını söylüyorum.  Bir hastayla sert konuşmak mı? Bence de kötü… Ancak oldum olası merak ettiğim her şeyi illa ki öğrenmişimdir, en azından öğrenmeyi denemişimdir. Şimdi onun yüzünden duymak istediklerimi duyamayacaktım. Bu bilme aşkı sapıklık boyutuna varmadı hiç. Yine de korkutucu sayılır. Eğer birisiyle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsam doğru insanları bulup bir şekilde kontak kurarak istediklerimi duyuyorum. Bu merak, tutku… sakat galiba.  Kendimi frenleyip gerisin geri dört yol ağzına doğru dönüyorum. Boş boş dikilmek ne kadar da zor. Aklımda binbir soru işareti beliriyor istemeksizin. Bir sürü şey, önceye ve sonraya dair. Pek “şimdi”si yok ama bu soruların zira “şimdi” sadece dikiliyorum, evet.  Geleceği geçmişten koparamamak iyi midir, bilemiyorum. Ancak pek de memnuniyet hissettirmeyen bir geçmişe sahip olunca, insan ister istemez geleceğe önyargıyla yaklaşabiliyor. Evet evet, herkes için böyle olsa gerek. O zaman mutluluğun anahtarı da unutmak mı?  Unutmuyorum, doğru. Unutmamak derken kuvvetli hatırat değil aklımdan geçen. Kincilik benimkisi. Duyduğum her şey bir yerlerde kullanılabilir diye beynimde yer tutuyor. Haliyle şimdiden patlamak üzereyim. Sadece aşırı yüklemek olsa tamam ama sürekli intikam planları kurduruyor insana geçmişin gölgesi.  Neyse ki çok sınırlı kullanılabilen kelime sayısı. Aklımdakilerin dışarıya çıkışı da bu sınırlar dahilinde olabiliyor. Normal şartlar altında haksızlık olduğunu iddia etmekte tereddüt göstermezdim lakin bu sayede gizlenen şeyin dahilikten ziyade vahşilik olduğunun farkındayım. İd ile ego arasında böyle bir kilidin olması pek güzel. Ancak artık ego ile süperego arasında da bir şeyler olması gerektiğinden eminim ve buna sahip olup olmadığım hususunda şüphelerim var.  Düşünmenin çok da fayda getirmeyeceği açık. Sadece beklemek daha güzel. Hem birazdan arkadaşım da gelir.  Beyaz önlüğünü kirletmemek için sarılmayıp sadece tokalaşacağım onunla ve güzel bir “merhaba” diyeceğim, tok sesimle, en temizinden; şimdi size dediğim gibi.  Ne kadar örtecek içimdekileri bilmiyorum, arkadaşım da bir psikiyatr… Hasta olarak gelmiyorum ona ama yine de bu tür konularda havsalası daha kuvvetli olsa gerek diğer insanlara göre.  Bence yabancı gelmemeli bu anlattıklarım size. Hikayenin bir yerinde siz de varsınız. Psikiyatr, psikiyatra göre daha zayıf karakter algısına sahip “diğer insanlar”dan birisi, bir hasta ya da bizzat ben olabilirsiniz.  Etrafa bakıp rol biçmeli insanlara. Aynaya bakıp insanların bize biçtiği rolleri de görmeli hem.  Emret ontoloji!  Kimin kim olduğu başka nasıl bilinebilir ki?