8 Mayıs 2013 Çarşamba

kendime yıllık yazısı-halbuse çok popülerdim lan?!?!


Bir de böyle deneyelim.
Durmadan açılan kapanan, birbirine eklenen parantezlerden ibaret hayat. Muhtemelen işlem önceliği var, aritmetiğin emri ne de olsa, ama biz asla çözemedik kuralları tam olarak; dönüp sağlamasını yapamadık haliyle.
Ürkekçe anfide arka sıralara sığınıp ne döndüğünü kavramaya çalıştığımız zamanları hatırlıyorum. Onlarca farklı şehirden, yüzlerce farklı okuldan gelmiş bir dünya çocuk, her biri ayrı dünya.
Aradığımız cevaplar için gelmemiştik çoğumuz tıbbiyeye; sadece doktor olacaktık aslında. Sonra fark ettik ki cevapları bulabilmek şöyle dursun, soruları bile değiştiriyordu fakülte; yeni soruyu ararken cevabın peşine dahi düşemeden kaybolmak çok kolaydı. Biraz cesaret lazımdı yaşamak için.
Ufak bir dönüşüm başladı hepimizde, tartışmasız Gregor Samsa'nınkinden daha ağır bir dönüşüm. Ancak vaktimiz vardı, çok fazla vaktimiz vardı, farkına bile varamadık trajikomik değişikliğimizin. Yani en azından bir sabah hamamböceği olarak uyanmadık.
Anatomi pratik salonunda göğüs kafesi sökülmüş kadavranın sırt kaslarını incelemek için kadavrayla göğüs göğüse kucaklaşarak çevirir olmuştuk. Halbuki ilk günlerde kadavraya bakamayanlar vardı.
İlk kez fizyoloji pratiklerinde birbirimizi delik deşik edecektik enjektörle damara girebilmek için. Halbuki değil kan almak, enjektör görünce fenalaşanlar vardı.
Çocukken karanlıktan korkup yalnız yatamazdık pek çoğumuz, sabaha saatleri, dakikaları sayardık; biyokimya sınavlarından evvel gecenin güne kavuştuğu aydınlık mavi dünyaya çöktüğünde "biraz daha gece olsaydı ya... hani birkaç saat daha" demeye başladık; biyokimya karanlıktan daha korkutucuydu. Hoş -ev arkadaşı demek haksızlık olacak- ev kardeşlerimle beraberdim, sıkıldığımız her an gidip diğerlerinin çalışmasını sabote edebiliyorduk.
Sanki yavaş yavaş giyinmeye başladık doktorluğu, en çok da bizlere yakışacaktı besbelli. Öyle düşünüyorduk.
Kliniklere geçince fark ettik ki kıyafetten öte bir şeydi doktor olmak. Yenilendik yılanlar gibi, derimizi attık ve o beyaz önlüklerle yeniden doğduk. Dilimiz değişti. Bir şeyin yerini tarif ederken "Abi lateraline bak onun" demeye başladık. Güzel bir kadına bile bakarken evrimsel kaygılarımız oluyordu artık: "Pelvik iskelet yapısı iyi, çocuk doğururken sıkıntı çekmez." Halbuki güzel kadın sadece güzel kadın olmalıydı.
Mesela şakalarımız bile şekil değiştiriyordu.
"senden sonra
kafama göre antibiyotik kullandım,
bakterilerimin ilaç toleransı arttı...
toplumun sağlığıyla oynuyorum... "
Kafa tutmayı öğreniyorduk şanssızlıklara. Kimimiz en kolay hocaya selam verip sözlüden kıs kıs gülerek çıkarken bazılarımız en zor hocalara yenilmiş ve hatta ezilmiş olarak, yine de vakur bir edayla çıkıyorduk odalardan.
Hiçbir şey bir önceki seneden daha iyi olmadı biz fakültede bulunduğumuz sürece. Kafa tutmayı öğrendik ya, sırada birlikte durabilmek vardı. Tamam, şiddet görmek talihsizlikti ancak bin yılın mirasından nasiplendiğimizi, tüm diğer renklerimizden arınmadan altında birlikte durabileceğimiz bir şemsiyemiz olduğunu bu kadar acı bir şekilde öğrendik. Direnmek fakülteye gelmeden önce içine sığındığımız küçük dünyalarımızda ifade ettiğinden daha fazlasıydı ve rengi ve dili yoktu. Bu noktada John Donne'un Hemingway'e ilham vermiş meşhur "Çanlar kimin için çalıyor"unu alıntılamam gerekir lakin her okuduklarında bizim çocukların suratına bir sırıtma yerleşecek, biliyorum.
Son seneye başlamadan hemen önceki gece yazdıklarıma bakıyorum, "Bu gece de öğrenci, yarınsa arafta... ne doktorlar alemine kabul edilmiştir ne de 'öğrenciyim' diyebilecek kertede çıtır kalabilmiştir garibim; karta kestik vesselam!" demişim. Şimdi bizi nehir boyu sürükleyecek olan dalgalara direnecek sala doğru o eşikten geçiyoruz. Hala bilmiyoruz işlem önceliklerini, yan yana yazıp sıralı bir şekilde topladık yılların köpüğünü. Parantezler hala bir sürü, yenileri her bir gün ekleniyor.
En tatlısı demek belki çok iddialı olurdu ancak şüphesiz ki yirmi küsür senenin en ilginci kapattığımız parantez. Kapatıyoruz ve hala sağlaması yok.

1 yorum: